Sık sık olduğu gibi rüyamda yine Amerika'dayım. CIA Genel Merkezi'nin koridorlarında dolaşırken Paul Henze adlı biriyle tanışıyorum. Uzun yıllar ülkemizde bulunmuş. Türk insanına karşı her zaman büyük bir yakınlık duyduğunu, tel kadayıfın lezzetini hala unutamadığını söylüyor. Koluma girip beni kafeteryaya götürüyor. Hamburgerlerimizi yerken Türkiye'nin bugünkü durumu hakkında sohbete koyuluyoruz. Bir ara soruyorum. "Yahu Mr. Paul , bizim memleketi ne zaman rahat bırakacaksınız İsa aşkına?.."
Hamburgeri ağzında geveledikten sonra "Bizim sizi rahat bırakmamız, çapkın erkeklerin güzel kadınları rahat bırakmasına benzer, dostum" diyor ve ekliyor. "Türkiye gibi potansiyeli güçlü ve güzel bir ülke rahat bırakılır mı hiç.."
Geçmişi düşünüyorum. "Eskiden bizim ülkeyi karıştırmak için, komunizmi kullanırdınız" diyorum. "Doğu Bloku çökünce bu silah elinizden gitti... Sonra Kürtler olayını getirdiniz gündeme. Tutmadı... Şimdi de din işine el atıyorsunuz. Peki bu vakayı da kazasız belasız atlatırsak ne yapacaksınız?"
Cebinden bir kağıt çıkarıyor Mr. Paul. "Futbol var..." diyor. "Ayrı takımları tutan milyonlarca fanatik taraftarın birbiriyle kanlı bıçaklı olduğunu bir düşünsene..."
YORUMU: Bu Amerikalılardan herşey beklenir. Galatasaray ve Fenerbahçe'nin puan kaybına tahammülü olmadığı bir dönemde Mr.Paul'ün planlarına uygun bir zemin bulunduğu söylenebilir.Fenerbahçe'nin son maçta sahaya " Hüseyin Kocadağ'ı unutmadık" yazılı bir pankartla çıkması da belki bu çerçevede mütalaa edilebilir. Galatasaray'ın sahaya "Çetelere hayır" yazılı bir pankartla çıkması siyaseten doğru olacağı kadar ortamı da hareketlendirebilir. Ne biliyim ben daha başka ne olur?
İlahiyat Profesörü Neşet Çağatay, Bilim ve Ütopya Dergisinin son sayısında güncel bir tartışmaya ışık tutuyor, din ve şeriat kavramları arasındaki farkı irdeliyor... Yazıdan bir bölüm:
"...Şeriat ve fıkıh, toplumun uygulayacağı kuralların hepsidir. Bu kuralların bir kısmı, ama çok azı Kuran'da vardır. Ancak, yüzde 1 kadarı. Yer almayan öteki kurallar ise "fakih" dediğimiz, çırak - kalfa - usta ilişkisiyle yetiştirilmiş kişilerce kendi görüşlerine göre özetlenir. Yani Şeriat'la Fıkıh dediğimiz kuralların yüzde 99'u insanlar tarafından yapılmıştır. Allah buyrukları değildir. Bunlar, İmam Şafi'nin de açıkça kabul ettiği gibi, zaman içinde değişmiştir. Oysa ki din kuralları kesin olarak değişmez. Bu niteliklerinden dolayı, din şeriat değildir. Şeriatı istememek, dini istememek demek değildir... "
Keyfiyet, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve benzeri siyasetçilerin bilgisine sunulur...
Halen faaliyette bulunan yüzlerce vakıf var. Bunların büyük bölümü gözlerden uzak çalışıyor. Kimisinin ülkenin hayrına çalışmalar yapmadığı pek iyi biliniyor... Kimisi de elbet ülkenin aydınlığı için çalışıyor.
Ülkenin yüzünü ağırtan vakıflardan biri kuşkusuz UM:AG, "Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı" dır... Uğur Mumcu'nun ölümünden sonra yakınları ve dostları tarafından kurulan vakıf, dar imkanlarla, gazeteciliğin gelişmesi, yeni ve dürüst gazetecilerin yetişmesi için çaba gösteriyor.
UM : AG, "kamu yararına çalışan vakıf" kapsamına girmek için 28 Kasım 1995'te Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü'ne başvurmuştu.
Gelirler Genel Müdürlüğü, 5 Aralık 1995'te Milli Eğitim Bakanlığı'ndan, Hazine Müsteşarlığı'ndan ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nden görüş istemişti.
Gelen yanıtlar, "UM:AG" a vergi muafiyeti tanınmasından yana olmuştu.
Bunun üzerine Maliye Bakanlığı, "UM : AG"ın kamu yararına çalışan vakıf statüsüne alınmasını öngören kararnameyi Başbakanlığa göndermişti. Kararname Bakanlar Kurulu'ndan imzaya açılmıştı ki, son iki bakanın imzası beklenirken dönemin "Anayol" hükümeti istifa etti.
Kararname bu defa "Refahyol" hükümetinin imzasını beklemeye başladı. Hala bekliyor. Hükümet, hiç bir gerekçe göstermeden kararnameyi imzaya açmıyor; adeta Uğur Mumcu'dan intikam almanın keyfini çıkartıyor!
Bu Hükümet olumlu ve yararlı hiçbirşeye imza atmamaya yeminli midir?
Merak ediyoruz...
İran'ın Ankara Büyükelçisinin Sincan'daki o malum konuşması UBA'nın kameralarından yansımıştı kamuoyuna...Sonuç malum; Büyükelçi apar topar ülkesine dönmek zorunda kaldı.
Ardından aynı ülkenin İstanbul Başkonsolosunun şeriatçı olmayanların ölümle tehdit eden konuşmasını da UBA'nın yaptığı röportajdan öğendik...Başkonsolosun sonu biliniyor.
Bu ajansın en son kurbanı mı? Tahmin etmişsinizdir herhalde? İran'ın Erzurum Başkonsolosu...Erzurum'da düzenlenen bir gecede yaptığı konuşma UBA muhabiri tarafından haber yapılınca, o da ülkesine dönmek zorunda kaldı.
UBA'nın Genel Yayın Yönetmeni Baki Özilhan, geçen gün Dışişleri'nden bir diplomatımızla Türkiye ile İran arasında son günlerde gerginleşen ilişkileri konuşuyordu, bir ara sordu:
-Üç İranlı diplomatı ülkelerine gönderdik, acaba bu ülke aynı konuda bize karşı bir misilleme yapabilir mi?
- Vallahi biz de bu yönde duyumlar alıyoruz. Örneğin İran'ın resmi haber ajansı İRNA, bize karşı misilleme hazırlığında olduklarına ilişkin bir haber geçti önceki gün...
-Peki, bu durumda bizim tavrımız ne olur acaba?
Soruyu duyan diplomatımız, hınzır hınzır gülerek yol gösterdi bizim Baki' ye:
-Bunların bir de Trabzon'da bir Başkonsolosları var... Hani diyorum, bir röportaj da onunla yapsanız!