RP milletvekili Şevki Yılmaz'ın TV'de Türkan Saylan'la "tartışırken" takındığı saldırgan ve nezaketsiz tavıra eleştiriler sürerken... Emekli tarih öğretmeni okurumuz Şenay Göker de kendi "uzmanlık" alanıyla ilgili ilginç bir anımsatma yapıyor:
"Şevki Yılmaz, program sırasında bir ara `Ben bu işi bilirim!' anlamında, dedi ki:
- Elektronik mühendisi değil, ilahiyat mühendisiyim!..
Ve engin bilgisini! konuşturarak Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi'nden dönüş esnasında yaşanmış meşhur `çamur' olayını anlatmaya koyuldu:
- Yavuz Selim'in kaftanına, önünde yol almakta olan büyük alim - Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi'nin atının ayağından çamur sıçramış...
Şeyhülislam'ın bu yüzden `ceza' görmeyi beklerken Yavuz Selim tarafından, `Alimin sıçrattığı çamur kaftanımızın süsü olur!' diye övülmesi olayı gerçekten de ilginç ve çok anlatılan bir öyküdür. Lise tarih kitaplarında da yer verilir olaya... Ancak.. `küçük' bir farkla!.. Kendisine `İlahiyat Profesörü' diyen Şevki Yılmaz'ın programda (peşpeşe iki defa söylediği gibi...) atın üzerindeki o meşhur Şeyhülislam, Zembilli Ali Efendi değil.. İbni Kemal'dir. `İlahiyat Mühendisi' bu zat, `en iyi' bildiği, hatta tek bildiği (!) konuda konuşurken dahi en önemli iki Şeyhülislamı birbirinden ayırdedecek bilgiden yoksundur... Anlayın gerisini..."
***
(Ayrıntılı bilgi için: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları'ndan çıkan Profesör Ahmet Uğur'un kaleme aldığı "İbni Kemal" adlı kitabın 96'ıncı sayfası...)
"...Akıllara durgunluk veren bu mal varlığı Özer Çiller'in genel müdürü olduğu İstanbul Bankası'nın batırılmasından başlamak suretiyle bugüne kadar uzanan ve yine kamuoyu tarafından Yalı Çetesi diye adlandırılan bir ekibin perde arkası organizasyonu ve Çiller'in bakanlık ve başbakanlık nüfuzunu kötüye kullanarak destek vermesi neticesinde haksız iktisap yoluyla elde edilmiştir. Doğru dürüst vergi dahi ödemeyen Çiller ailesine ait 17 şirketin kƒrı ile veya zaman içinde alınıp satıldığı söylenen gayrimenkullerin gelirleri ile böyle bir servete sahip olmak aklın alacağı bir iş değildir."
RP'li Lütfü Esengün ve 62 arkadaşının, geçtiğimiz yıl Tansu Çiller hakkında verdiği soruşturma önergesi yukardaki türden cümlelerden oluşuyordu. Çünkü o dönemde RP ile DYP'nin koalisyonu sözkonusu değildi. Önerge doğrultusunda Soruşturma Komisyonu kuruldu... Komisyon çalışmaları sırasında Tansu'nun yığınla yeni yolsuzluğu ortaya çıktı. Ancak o arada RP ile DYP "karşılıklı olarak yolsuzluk ve hırsızlıkları hasıraltı etmek" temeline dayalı koalisyonlarını oluşturdular... Komisyon çalışmasını aylar sonra tamamladı. Ve RP'li üyelerin oylarıyla Tansu Hanım dün aklandı!
Türlü avantalar uğruna kendi verdikleri önergenin aleyhine oy kullanan RP'li üyeleri bu onurlu ve haysiyetli tavırlarından dolayı kutluyor! geliyoruz RP'li Komisyon Başkanı Naci Terzi'nin dün meslekdaşlarımızın sorularına verdiği yanıtlara:
- Lütfen söyler misiniz, şimdi vicdanınız rahat mı?
- Bu soruyu Lütfü Esengün ve arkadaşlarına sorun.
- Kararın sekize yedi çıkacağını herkes biliyordu, ne dersiniz?
- Basın komisyonumuzu yönlendirmiştir. Sonuç o yüzden böyle çıktı.
- DYP ile koalisyon yapmasaydınız, RP'li üyeler yine bu şekilde mi oy kullanacaktı?
- Karar üzerinde yorum yapmıyorum.
Terzi, komisyon başkanı değil, adeta yüz kızartıcı suçtan basın önüne çıkartılmış bir sanık... Ne soruyu soran gazetecilerin yüzüne bakabiliyor, ne de kendisine çevrilmiş kameralara... Oysa içerde Tansu'yu akladıktan sonra dışarda utanmaya gerek yok. Ne demişti Çetin Altan yıllar önce:
- Türkiye'de politika utanmanın bittiği yerde başlar azizim!..
Sözün doğruluğu dün bir kez daha ortaya çıktı.
Bu arada toplumu "inançlı" ve "inançsız" diye ikiye ayıran, kendilerini inançlı kesimin temsilcisi gösteren bir partinin "çıkar" uğruna her türlü hırsızlığa ve yolsuzluğa hiç yüzü kızarmadan ortak olması, her zaman olduğu gibi yine namuslu vatandaşların yüzünü kızarttı... Devir böyle... Hırsızların değil hırsızlığa tanık olanların yüzü kızarıyor...
Türkiye'de zamana ve bekleyenlere saygısızlık siyasetçilerden başlıyor... En başta Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller'in bir yere vaktinde gittiklerine rastlanmıyor. Üstelik gecikmeler bir saat, iki saat gibi uzun süreli oluyor. Bekleyenler ağaç oluyor.
Profesör Burhan Şenatalar anlattı... Geçenlerde Almanya'da bir toplantıya katılmış. Toplantının başlama saati geldiğinde beklenen çok değerli bir konuğun gelmediği gözlenmiş. Prof. Şenatalar toplantının yöneticisine en azından birkaç dakika daha beklemeyi önermiş. Aksi takdirde konuğun mahçup duruma düşeceğini söylemiş:
- Hayır, demiş yönetici, tam vaktinde başlayalım ki geciktiklerini anlasınlar, eğer vaktinde başlamazsak geciktiklerini anlamaz başka toplantılara da böyle gecikerek giderler...
Doğrusu da bu değil mi?