Gazetecilerin başkalarıyla sohbet etmek için özel bir çaba göstermesine gerek yoktur. Çünkü karşısındakinin gazeteci olduğunu öğrenen vatandaşın zaten söyleyecek çok şeyi vardır; gazeteci ağzını açmadan o sohbeti alır götürür. Bu arada her mesleğin, her tipin gazeteciyle diyalogda kendine özgü bir üslubu vardır, ki, arkadaşımız Aydın Arıcıoğlu işte onları derlemiş:
Taksi şoförü:
- Sizin iş de zor gerçekten.. Haa.. Abi, yeri gelmişken.. Biz de hergün binbir türlü olayla karşılaşıyoruz. Diyorum ki, bir fotoğraf makinesi alsam, torpidoya koysam.. Önemli bir olay görünce fotoğrafını çekip gazeteye getirsem.. Kaç para verirler?..
Mahallenin bakkalı:
- Elimde accaip bi iş var abi. Hafta Sonu'nda tanıdığın var mı? Bizim karşı apartmanda.. Neyse.. Boşver.. Yoğurt mu demiştin?..
Çok önemli şahsiyet:
- Memleketin önemli meselelerine karşı yeterince duyarlı davranmıyorsunuz! Mesela geçen gün bizim basın toplantısına niye gelmediniz?..
Üniversite öğretim üyesi Profesör Falanca:
(Konuyu bütün ayrıntılarıyla anlattıktan sonra..)
- Ammaaaa.. Bunları yazılmamak kaydıyla anlattım tabii ki!..
Halkla İlişkiler yetkilisi:
- Evveet!.. Basın arkadaşlarımız da geldiler!.. Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet, Radikal, Yeni Yüzyıl burada.. Ama birkaç eksiğimiz var galiba! Hafta Sonu, Alem, Paparazzi, Klips, Çok Özel, Top Secret, Magazin Forever ve Manşet henüz gelmemiş, yarım saat daha bekleyelim isterseniz!..
Hırsız müteahhit:
- Memlekette namusuyla çalışan adam mı var? Biz basının da nelerini biliyoruz.. Sanki tek doğrucu sizsiniz...
Genç şarkıcı:
(Herhangi bir konuda nacizane görüşlerini almak istediğinizde:)
- Gerçekten de çok önemli!.. Ama inanın pek takip edemedim. Çok yoğun çalışıyorum.. Kaset çalışmalarım var, klip çalışmalarım var...
(Kokteylde ayaküstü..)
- 30 yıldır Milliyet okurum. Zaten eve başka gazete girmez. Pardon... Nerede çıkacak demiştiniz bu? Açık Pencere mi? Aa, ne güzel!. Milliyet'in çıkardığı yeni bir gazete mi bu?..
Televizyonculuğun artan "rayting"inin de etkisiyle fotoğraf makinesini "kamera" gibi görmeye başlayan heyecanlı vatandaş:
- Hangi kanal abi?. Bu akşam mı yayınlanır?..
Umudunu yitirmeyen vatandaş:
- Sizinle 1991 yılında yaptığımız konuşma hala yayınlanmadı da... Acaba diyorum, bir ümit var mı? Bugünlerde çıkar mı?..
Karşı komşu Dürdana'nım:
- Ah evladım, bizim kızın birkaç kupon eksiği varmış da.. Sen bulabilir misin? Bak, eksik olanları söyleyeyim: 20, 25, 28, 30, 31 Ocak.. 1, 3, 4, 5 Şubat...
Bir yandan laik ve demokrat düzeni, İran veya Suudi örneği bir şeriat düzenine dönüştürmeye çalışıyorlar. Bir yandan da, "Şeriat dindir" diyerek, şeriat düzenine karşı çıkanları İslamiyet'e karşıymış gibi gösteriyorlar... Peki gerçekten öyle mi?..
"Şeriat" ile "din" aynı içerikli kavramlar mı?..
Soruyu araştırmacı yazar İsmail Nacar'a yönelttik. İşte yanıtı:
- Her müslüman şeriatçıdır, lafı havada bir sözdür. Şu yüzden: "Şeriat" gerçekte herhangi bir ideolojinin ya da bir sistemin kanunlar bütününü anlatmak için kullanılan bir sözcüktür. Bu anlamda her düzenin kendine göre bir şeriatı vardır. Yani daha açıkçası; Türkiye bugün de bir "şeriat"la yönetiliyor, ABD de, İngiltere'de.. Kaldı ki "şeriat", İslam'la gelen bir kavram da değildir; Peygamberimiz gelmeden önce de vardı Arap lügatında... Eğer bu söyleme sıkça başvuran RP'liler, "şeriat" sözcüğüyle Kur'an'ı kastetmek istiyorlarsa, o zaman da oturup, sözgelimi İran'daki uygulama üzerine, yine sözgelimi Türkiye'deki tarikat uygulamaları üzerine konuşmak lazım. Peki bu uygulamalar Kur'an'a uygun mudur? Tabii ki değildir. Bunlar 1400 yıllık saltanat yönetimlerinin, tarikatların ve mezhep taassuplarının ürünü olan bir şeriat kültürünü dile getiriyorlar...
Avukat Ergin Ünsal anlattı...
Bir dostu, 1960'larda Türkiye'de öğretmenlik yapmış bir Amerikalı'yı ülkesinde ziyaret etmiş. Hoş beş sırasında Amerikalı sormuş:
- Bugünlerde gazetelerde adlarını okuduğum Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş gibi liderler, benim zamanımda ülkenizin politikasını yöneten parti başkanlarının çocukları mı?..
- Hayır kendileri!..
Amerikalı kulaklarına inanamamış.
- Olamaz, demiş, politikada bu kadar uzun süre başta kalmanın ne ülkeye, ne de o insanların kendilerine bir yararı olmaz...
Bu tespitin doğruluğunu yaşayarak görüyoruz... Uğradıkları türlü başarısızlıklara rağmen koltuklarını bırakmayan liderlerin artık tek çabası "koltukta tutunabilmek" oluyor. Milletvekillerini kendileri belirleyip seçmenin önüne koyuyor, parti içi demokrasiyi yok ediyor, çevrelerine yetenekli siyasetçiler yerine niteliksiz yağcıları topluyor, siyasi enerjilerini ülkenin değil kendilerinin geleceği için harcıyorlar. Liderlik tutkusuyla hem parti siyasetini, hem ülke siyasetini halka kapattıkları için ülke bir siyaset ve demokrasi bataklığına dönüşüyor. Bizde olan bu...
Pazar gecesi saat 21.00... THY'nın İzmir'den Ankara'ya giden uçağı... Kaptan pilot, mikrofonu açmış, uçuş hakkında yolculara klasik bilgileri veriyor. Derken açıklama bitiyor, pilot pek çok yolcunun merakla beklediği bir haberi veriyor:
- Sayın yolcularımız, merak edenler için sizlere bir sonuç bildirmek istiyorum. Beşiktaş - Fenerbahçe maçı az önce sonuçlandı ve maçı Beşiktaş 1 - 0 kazandı.
Pilotun sözlerini tamamlamasıyla birlikte uçağın içinden önce bir alkış yükseliyor, ardından da fanatik Beşiktaşlı olduğu anlaşılan bir vatandaşın bütün yolcuların tüylerini diken diken eden şu sözleri:
- Oh be! Artık düşsek de gam yemem!..