Çeteydi, tarikattı derken iki önemli konu gözlerden kaçıyor...Birincisi "devlet işgali" biçimine dönüşen kadrolaşma... İkincisi kamu varlıklarının batan geminin malları misali saçılıp savrulması...
Yeni Yüzyıl gazetesinde dün Nafiz Kaya imzasıyla çıkan küçük haber tarihe geçecek nitelikte... Okuyalım:
"Etibank'ın özelleştirilmesinde 185 milyon dolarlık en yüksek teklifi vererek iki yılda 23 trilyon lira ödemeyi taahüt eden "Doğan Kumaşçılık" Hazine Müsteşarlığı ve Maliye tarafından takibe alındı.
Maliye Bakanlığı, sermayesi 150 milyar lira olan şirketin iki yılda faiziyle birlikte 23 trilyon lira ödeme yapıp yapamayacağını görmek için şirketin mali yapısını incelemeye başladı..."
Komediye buyrun... Devletin bankası, tanınmamış, vergi listelerinde daha önce adına rastlanmamış, bankacılıkla ilgisiz bir firmaya 23 trilyon gibi astronomik bir fiyata satılıyor... Alıcı firmanın bu parayı ödeyip ödeyemeyeceği sonra akla geliyor... Maliye Bakanlığı sermayesinin 150 katı para ödemeyi taahhüt eden firmanın bu parayı ödeyip ödeyemeyeceğini satıştan sonra araştırmaya başlıyor... Demek ki bir bina satışında bile aranan yeterlik belgesi daha önce sorulmamış. Pes...
Sabancı'nın müdürlerinden Güngör Uras İngiltere'de ilk Türk Bankası olan Ak İnternational'ı kurarlarken "Banking Supervision Division" adlı devlet kuruluşunun kendilerine sorduğu soruları naklediyor. Bazıları şunlar:
- Bu bankanın ortakları kimler
- Bunlar neden banka sahibi olmak istiyorlar...
- Bunların bankayı yönetcek yetenekleri var mı
- Bunlar barkaya koyacakları sermayeyi nereden buldular?
- Bu bankaya ilerde kaynak koyacak güçleri var mı?
- Bu bankayı kim yönetecek isimlerini verin...
- Yöneticilere ne kadar maaş vereceksiniz?
- Bu bankaya kimden mevduat ve kaynak alacaksınız, kime kredi vereceksiniz...
- Nasıl kar edeceksiniz?
İngiliz bu soruları sorduktan sonra neden sorduğunu da açıklıyor:
- Çünkü bizi izin verdiğimiz bir bankanın batmasını istemeyiz... Onun batması hem bizim güvenilirliğimizi sarsar, hem piyasayı bozar, hem çalışanların hakkını yer, hem mevduat aldığınız kişileri zarara sokar...
Banking Supervision Division yukardaki soruların yanıtlarını aldıktan sonra 6 ay süren bir inceleme yapıyor... Ancak bundan sonra 2 yıl isimsiz sonra isimli bankacılık yapma izni veriyormuş. Eğer işlemlerde bir aksaklık görürse derhal verdiği izni iptal ediyormuş...
Bir de bizim uygulamaya bakın... Bakın da mezata çıkartılmış kamu mallarının durumuna ağlamayın...
Prof. Mustafa Altıntaş' ın oğlu Doğuş, geçen gün babasının yanına gelerek;
-Bak babacığım dedi, arkadaşım bana nasıl doğum günü davetiyesi göndermiş.
Mustafa Hoca davetiyeyi aldı, okumaya başladı. "Aranıyor" başlıklı davetiyede aynen şunlar yazıyordu:
"Aranıyor
Doğum günüme gelecek enayiler aranmaktadır.
.Kola yok, pasta yoktur.
.Blue jeans yasaktır.
. 20 Dolar'ın altında maddi değeri olan hediye kabul edilmez.
.Eğlenmekle vakit kaybedilmez.
.Rock, metal çalınmaz.
.Türk sanat müziği takınılır.
.Toplu olarak ders çalışılacaktır.
Belki bu şartlar doğum günüme aşırı talebi önleyebilir."
Hemen belirtelim, Doğuş enayilikte! kararlı.
Bir meslekdaşımız, dün Meclis kulisinde rastladığı DYP Nevşehir milletvekili Esat Kıratlıoğlu' na sordu:
-Alman yargıç Rolf Schwalbe'nin, Tansu Çiller'i uyuşturucu kaçakçılığını himaye ile suçlamasını nasıl yorumluyorsunuz efendim?
Şu aralar genel başkanıyla arası biraz şekerrenk olan Kıratlıoğlu'nun muzip bir ses tonuyla yaptığı yorum şu:
-O hakimin ANAP'lı olduğu söyleniyor!
Katledişinin 4'üncü yılında O'nu daha iyi anlıyoruz. Geçen zaman O'nu daha çok yüceltiyor. Yaşanan günler O'nu her gün yeniden doğruluyor..
Uğur Mumcu sadece yaşadığı günleri cesur yorumlayan değil, geleceği de aydınlatan bir düşünce adamıydı. Bugünleri 10 yıl, 20 yıl önceki yazılarında duyurmuştu.. Tabii duymak isteyenlere...
1982 yılında yazdığı "Papa Mafya Ağca" adlı kitabında Susurluk kazasıyla ortaya dökülen "Siyaset - Mafya- Emniyet" üçgenini gözler önüne seriyordu...
1988'de yazdığı "Tarikat - Siyaset - Ticaret" adlı kitabında siyaset maskeli din ticaretinin bugünkü fotoğraflarını sergiliyordu...
20 Aralık 1978'de yazdığı yazıda Ziraat Mühendisi Akın Özdemir'in öldürülüşünün ardından bugünleri haber veriyordu:
"Onların kanlı tabutları ve suskun mezar taşları adına hükümete sesleniyorum.
Bu cinayet şebekelerinin, bu faşist odakların üzerine gidin...
Yoksa bu kan gölünde önce yiğit insanlar sonra da, evet sonra da sizler boğulacaksınız...
8 Aralık 1979'da, Prof. Cavit Orhan Tütengil'in öldürülmesi ardından şunları yazıyor:
"...Her cinayetin arkasındaki karanlıklar, bu kan gölü, her kesimden ölen ve öldürülen insanlar ve bir ucu esrar, eroin, öteki ucu silah kaçakçılığına dayalı uluslararası örgütler.
Bu terörü kim finanse ediyor? Bu silahları yurda kim sokuyor, kim veriyor bu silahları gençlerin eline? Teröristleri kim koruyor, kim destekliyor, kim besliyor? Nereden geliyor bu değirmenin suyu, nereden?"
Uğun Mumcu böyle sorular sorduğu için öldürüldü... Sorumlu gazeteciliğin sembolü olduğu için, dürüstlükten sapma göstermediği için, türlü rezilliklerin ipliğini pazara çıkardığı için, keskin gözleri ve donanımlı beyniyle karanlıklar içinde oynanan oyunları sezinlediği, ipuçlarını gün yüzüne çıkardığı için öldürüldü...
Devletin içine yuvalanmış şer odakları, kiralık katilleriyle yalnızca O'nun değil, daha bir sürü aydının kanına girdiler. Toplumun beynini kurşunladılar. 12 Eylül'ü getirdiler. Halkı sürüleştirdiler. Önce siyaseti sonra devleti bataklığa çevirdiler. Uğur Mumcu'nun yıllar önce haber verdiği gibi;
"Şimdi o bataklıktan kendileri çırpınıyorlar..."
halk da çırpınıyor...
Şimdi ne yapacağız?
10 Aralık 1979'daki yazısı bir anlamda vasiyeti gibidir. Diyor ki Uğur Mumcu o yazısında:
"Ey ülkenin namuslu aydınları, gençleri, işçileri, köylüleri, her sınıftan her meslekten her düşünceden yurttaşları; elele, kolkola, omuz omuza gelin saflarınızı sıklaştırnı..
Ülkemizi yer altından işgal eden çetelere karşı tıpkı "Kuva- i - Milliye" günlerinde olduğu gibi, tekbir yürek, tek bir nefes ve tek bir yumruk gibi olalım..."
Uğur'un yaşayan anısı önünde saygıyla eğiliyoruz...