Melih AŞIK
Yabancı modelleri severiz... O yüzden dünkü manşetimizde yer alan ve enflasyonun denetimi için öngörülen
"İsrail modeli" ilgi çekti. Belki birileri bu modelin emekçiyi ihya edeceğini düşündü. Ama modeli tanıyanlar hiç öyle düşünmüyor. Sendika ve işçi konularında uzman bir isim olan Avukat
Engin Ünsal, bizim aracılığımızla sendikaları uyararak diyor ki:
- İsrail'de toplu iş sözleşmesi düzeni, İsrail İşçi Sendikaları Konfederasyonu
Histadrut ile kamu ve özel sektör temsilcileri arasında ulusal düzeyde yürütülür ve bağıtlanır. Türkiye'de dört konfederasyona bağlı 110 sendikanın birbirini yediği bir sendikal düzende böyle toplu pazarlık olanaksızdır.
Böyle bir sözleşme düzeni adil bir vergi düzeni ile desteklendiğinden İsrail'de çalışanların milli gelirden adil bir pay aldığı söylenebilir.
Türkiye'ye gelince...
İstanbul Sanayi Odası'nın en büyük 500 sanayi kuruluşu arasında yaptığı ankete göre, 1995 yılında katma değer paylaşımında işçinin payı yüzde 20.6, kar - faiz - kira payı ise ise yüzde 70.8'dir. Böyle bir durumda enflasyonu denetlemek için ücret ve fiyatları dondurmak, varolan çarpıklığı dondurmaktan başka bir şey değildir. İsrail modeli bizde Azrail modeli olur çıkar...
Tuzluk boyutundaki kutunun üzerinde "doğal tuz" yazıyor. Güney Afrika üretimi... Doğal otlarla zenginleştirilmiş, elle harmanlanmış deniz tuzu... Yemeğinize hafif bir yosun kokusu yanında tarifi zor bir lezzet ekliyor. Ve kapağında şu not:
"Güney Afrika'nın Batı kıyılarında güneşin, denizin ve rüzgarın doğal gücüyle üretilmiştir..."
Tuz değil de... Hiç bilmediğimiz bir ülkeden gelen bir tutam şiir sanki...
Tesadüfen bir gazetede yine Güney Afrika'dan bir fotoğraf ilişiyor gözümüze.. Deniz kıyısında dalgalara doğru mikrofon tutan bir adam... Altında şu satırlar:
"Güney Afrika kıyılarının çeşitli bölümlerinde denizin sesi kayda alınıyor. Bu kayıtlar Güney Afrika Deniz Müzesinde sergilenecek..."
Denizlerin değişik tatları var... Kıyıların ayrı şarkıları...
Denizi sevenler bu tatları, bu şarkıları yaşıyor...
Deniz kendisini sevmeyenlere ise küsüyor. Hiçbir şey vermiyor.
Türkiye İş Bankası, resim koleksiyonunda bulunan çok sayıda seçkin tabloyu İstanbul Resim ve Heykel Müzesi'nde sergiliyor. Açılışı önceki gün yapılan
"Çallı ve Atölyesi" adlı sergide Türk resminin büyük ustası
İbrahim Çallı'nın fırçasından çıkmış 29 tablo... ve yanısıra... her birinin ismi sanat tarihimize parlak harflerle yazılmış
(Bedri Rahmi Eyüboğlu, Elif Naci, Hamit Görele, Nuri İyem, Zeki Faik İzer, Turgay Zaim dahil)
"Çallı'nın öğrencisi" 32 ünlü sanatçının 100'e yakın tablosu sunuluyor...
Serginin
"odağı" olan
İbrahim Çallı, Denizli'nin
Çal kasabasında 1880 yılında doğmuş. Genç yaşta geldiği İstanbul'da
Ruben Efendi,
Şeker Ahmet Paşa,
Osman Hamdi Bey gibi saygın
"hoca"ların rahle-i tedrisinden geçtikten sonra...
"Osmanlı devlet bursu"yla Paris'e gönderilmiş. 1914'te dönüp Akademi'de öğretmenliğe başlamış...
Eşsiz natürmortları, portre ve doğa tasvirlerinin yanısıra
"Çıplak" (Nü) resimleriyle de tanınıyor
İbrahim Çallı... Resim ve Heykel Müzesi'ndeki serginin açılışında, ünlü
"çıplak" çalışmalarından birinin önünde, torunu ressam
Yaşar Çallı'ya soruyor arkadaşımız
Aydın Arıcıoğlu:
- Cumhuriyet öncesinde de "nü"
çalışması yapılabiliyordu demek ki?..
- Tabii ki. Şimdi koyu bir taassup içinde olan kimi çevrelerin sandığının tersine, o tarihlerde de Güzel Sanatlar Akademisi'nde
"nü" çalışmaları için model bulunuyordu. Tabii o koşullarda Ermeni, Rum ve Rus kızları modellik yapıyordu...
- Sergiyi tanıtan bültende Çallı'
nın "nü"
leri dolayısıyla "devrin en cesur sanatçısı"
olarak bilindiği yazıyor. Devrin yöneticilerinden tepki mi almış?..
- Hayır. Tersine... Son halife
Abdülmecit Efendi'yle birlikte sarayda resim çalışması yapmış dedem...
Abdülmecit Efendi, güzel sanatların her türüne düşkün bir insan. Aynı zamanda da ressam... Resim - Heykel Müzesi'nde sergilenir tabloları... Yani, bugün taassup yanlılarının iddia ettiği tipte insanlar değil o devrin yöneticileri...
Nereden nereye... Çıplak resmin bile yapılabildiği, Halife'nin sanat adına bu resimleri yapanları desteklediği bir dönemden 80 yıl sonra... Gelmişiz insan resmini din adına günah göstermeye çalışan insanların da yaşadığı Türkiye'ye... Ne terakki...
Işıklar yine sönüyor. Ancak pencerelerin ardı geçen defakinden heyecansız... Anlaşılıyor ki, Susurluk skandalının çözümleneceğine ilişkin umutlar yavaş yavaş sönmekte... Halk daha gerçekçi düşünmekte.
Susurluk mevcut yapıda çözümlenemez. İşin gerçeği bu...
Çünkü Susurluk kendi başına bir yumak değil.
Kocaman bir yumağın parçası...
CİA devletin içinden çıkartılmadan,
Devletin içindeki illegal örgütlenmeler çözülmeden,
Mafya - devlet bütünleşmesi bozulmadan,
Bir polis memurunu mahkemeye getiremeyen,
Bir mafya mensubunu yargılayacak gücü bulamayan adalet mekanizması düzelmeden,
Hatta siyasi partiler demokratikleşip halkın iradesi gerçekten yönetime yansımadan,
Susurluk çözümlenebilir mi?
Ancak çözümlenmesi istenebilir...
Işıklar yanıp sönecek... Kuşkusuz halk Susurluk'un aydınlanmasında ısrar edecek... Etmelidir...
Ancak şunu da bilmelidir... Susurluk tek başına aydınlanmaz... Çünkü bir trafik kazası değil sözkonusu olan. Devlet yarası...
Yazara EmailM.Asik@milliyet.com.tr