Abdülvahap Bey için bu kasabada çök kötü şeyler söylüyorlar. Adamcağızı hallaç pamuğu gibi atıyorlar. İtin götüne sokup çıkarıyorlar. Yok, o, kendisine üç tane çiftlik, beş tane saray gibi ev almış. İstanbul?da Boğaziçinde her çocuğuna bir yalı yaptırmış. Yalan efendim yalan Külliyen yalan.
FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (7)
|
|
O, herkesi ev sahibi yaptı da kendisine bir kulübecik bile alamadı. Bu yörelerde, adalarda, yaylalarda, Rumlardan ne kadar ev, ne kadar zeytinlik, ne kadar bağ bahçe, ne kadar tarla kalmışsa hepsini fakir fıkara göçmenlere dağıttı. Çeçen Hanı, düşmanlarca ülkesinden sürülmüş, sonra da sürgünde unutulup bir kasabanın yalnızlığına, yoksulluğuna mahkum edilmiş Çeçen Hanı Üzeyir Beyi kim ev sahibi yaptı, hem de deniz kıyısında, hem de bir saray gibi görkemli bir ev, kim ev sahibi yaptı, hem de bütün masrafları kesesinden ödeyerek, işte bu alçakgönüllü kahraman Abdülvahap Bey. O ki, mağdur edilmiş mübarek bir şahsiyettir. Bu kasabanın şom ağzına bakarsan, karşısına çıkan, işini yaptırmak isteyenden bir altından beş altına, on altından yüz altına, yüz altından... Canı ne kadar isterse o kadar
altın alıyormuş. Selam verenden bile bir şeyler koparırmış. Böylelikle küp küp altınlar biriktirmiş. Vak fıkra Abdülvahap Bey vay! Gaddarlık, iftira. Neredeyse bir kadeh rakı için kırmızı şeritli altın İstiklal Madalyasını satacak. Evet, doğrudur, hakikattır, o bu yörede ev sahibi, mal mülk sahibi etmedik kimseyi bırakmadı. Bazı muhacirlerden, yakışıklı genç kişilerden şakacıktan para alır ama geri verir. Çok şakacı bir adamdır. O, topucuya, kaymakama bile kimseden bir kuruş aldırmaz. Nasıl mı aldırmaz, zorla şerle değil, karşısındakinin gözlerinin içine bir bakar, bakmasıyla da onu afsunlaması bir olur. O, bir insan değil, bir melek, bir büyücüdür. Onun huzurunda kimsecikler rüşvet yiyemez. Alanlar da çarpılırlar. Abdülvahap Beyi yakından tanıyınca ona hayran olmamak kabul değil. Tam Kafkasın yamacında Çeçen Hanlarının sırça sarayları yükselir. Arkalarında ulu Kafkas dağları. Kimsesiz o saraylardan daha geceleri, bir de tanyerleri ışırken, bir de, bir de, bir de... Kılıç şakırtıları gelirmiş. Bir de sarayın önündeki ovadan binlerce kır atlı Çeçen,
gümüş savatlı komşuları yanarak, kılıçları parlayarak geçerlerken sarayın önüne gelince atlarından iner, alınlarını toprağa koyar, beş bin yıllık Çeçen Hanlarını selamlarlar, sonra da atlarını doldurur, ovadan mor kayalıklı dağlara sürer, dağların mavisinin içindi yitip giderlermiş. İşte bu durum, Çeçen Hanları geriye dönüp saraylarına yerleşene dek, kıyamet gününe dek her bahar, baharlar yitinceye dek böyle sürecek. Üzeyir Hanın Hanımı, çocukları buna inanmıyorlar. Varsın inanmasınlar. Bir baharda Kafkasyaya gitsinler de sarayın önünde secdeye varmış, binlerce kara kalpaklı Çeçeni, sarayın huzurunda secdeye varırlarken görsünler."Bize iyi bakmadı Osmanlı. Çünkü Osmanlı çürümüştü. Çeçen Hanlarına Han muamelesi yapmadı. İşte böyle, benim gibi. Saraylar, köyler, çiftlikler vermedi. Oysa Çeçen Hanları onlara ne iyilikler yapmışlardı. Çürüdü Osmanlı, kokuştu. Kurt yemiş bir elma gibi de dalından düştü. Mustafa Kemal şöyle bir salladı, içini kurt yemiş de boşaltmış, kurumuş çınarı, kökünden devirdi."Yanına yöresine korkuyla, posbıyıkları titreyerek bakındı, sesini alçalttı."İşte bu kurt yemiş, çürümüş küçücük bir fiskeyle de yıkılmış, darmadağın olmuş çınar kalıntısının parçalarını bitiştirip yeniden yeşertmek istiyor Mustafa Kemal Paşa. İyi niyetli, ama hiç çürümüş, un ufak olmuş çınar yeşerir mi? Gariban Mustafa Kemal Paşa, İyi adam.Hanım:Sus Üzeyir Han, böyle bir sözü bir daha söyleme. Herkes biliyor ki, çürümüş, un ufak olmuş bir ağacı kimse yeşertemez. Mustafa Kemal Paşa istediği kadar canını dişine taksın da uğraşsın. Yazık, iki adam. Sus, sus ki Üzeyir Han, çürümüş çınarın gövdesi bizi ezmesin,'' dedi, derinden bir aaah, çekti.Macerası ne olursa olsun, böyle bir insanın, yakışıklı, akıllı, zeki bir insanın, üstelik de Kafkaslı, Dağıstanlı bir kişinin böyle bir adaya kendisini, hem de tek başına hapsetmesi bir özveridir. Diyorlar ki o adada bir hayalet dolaşıyormuş. Bu hayaletten dolayı o adanın önünden bile kimse geçmiyormuş. O adadan ayrılan Rumlar, hayaletten kurtuluyoruz, diye bir sevinmiş, bir sevinmişler, göç emrini alınca üç gün üç gece zil takıp oynamışlar. Günahı vebali boyunlarına, onlar sevinçlerinden sirtaki tepelerken, hayalet de gelmiş aralarına girmiş, o da onlarla üç gün, üç gece sirtaki tepmiş.Üzeyir Han gene de o perili adada hemşerisini bırakmayacak, ne yapacak edecek, o adayı dolduracak... Daha göçün arkası kesilmemiş, Kafkasyadan, Balkanlardan, adalardan, Kürdistandan, Mezopotamyadan, Suriyeden gelen gelene.''Ne yapsınlar muhacirler o adada. Ekilecek tarla yok, yetecek kadar su yok. Biraz bağ, biraz bahçe, birkaç şeftali ağacı, bu kadar. Bunca yıl, belki de bin beş yüz, iki bin, üç bin yıl bu Rumlar bu adada nasıl yaşamışlar?''"Ben de yaşarım Üzeyir Han Sultanım. Biz de yaşarız.""O zaman tedarikini iyi göreceksin.
Yemek içmek, su... Sen buraya nasıl geldin adadan?""Küçük bir kayığım var, yeni, dokuz arşın.""Kaç günde geldin adadan buraya?""Gece gündüz kürek çekerek bir buçuk günde.""Olmaz. Yarın seni kaptan Kadriyle tanıştıracağım. Onun yepyeni bir teknesi var. Motoru da yepyeni. Seni birkaç saatte adaya atar. Şimdi sana bir ev verdi ya Abdülvahap Bey, şimdi sevincinden uçuyordur. Kime bir ev tapusu almışsa sevincinden deli olmuştur. Yarın seninle Kaptan Kadriye gideriz, sonra sen Kadriyle alışverişe çıkarsın. O, ne nerede, hangi dükkanda satılıyor bilir. Balık tutmasını bilir misin?""Bilirim.""Nerede öğrendin, hangi denizde?""Akdenizde. Dörtyolda, İskenderunda, Payasta, Mersinde kaldım."İyi, burasının balıkları nasıl, kaç metrede, hangi biçimde bir ağla yakalanır, hepsini Kadri sana anlatır. Haydi kalkalım. Yarın erken uyanmalı, Kaptanı bulmalıyız. İyi geceler."Üzeyir Han ona odasını gösterdi. Hanım, yatağı yaptıktan sonra gitmiş, çoktan uyumuştu."İyi uykular."Poyraz Musa. Çabucak soyundu, uykusuzluktan ölüyordu, cebinden para kesesini aldı, yastığın altına koydu. Hemencecik de uyudu.Uyandığında gün ışıyordu. Giyindi, musluğa gitti, yüzünü daha el değmemiş pembe, kokulu bir sabunla iyice yıkadı. Yüz numaraya girdi. Uzun yıllardır böyle tertemiz, gıcır gıcır bir ayakyolu görmemişti. Üzeyir Han onu gülerek, sevinçle karşıladı. Eline kolonya döktü. Yemek masasının üstündeki altın gibi parlayan semaverden buharlar fışkırıyordu. Masaya oturdular. Han:"Zübeyde Hanım", diye seslendi, "Biz hazırız.""Geliyorum."Bal, tereyağ, zeytin, türlü peynirlerle masanın üstü donanmıştı. Kahvaltılarını ağır ağır, sindirerek yaptılar. Poyraz Musa Zübeyde Hanımın elini, saygıdan iki kat olarak öptü. Şimdiye kadar böyle Osmanlı, böyle erker bir kadını hiç görmemişti. Demek ki Han kadınları da böyle olurmuş, diye içinden geçirdi.Bu sabah Üzeyir Hanın yüzü apaydınlıktı. Konuşmuyor, dalmış, düşünceden düşünceye geçtiği yüzünden her an belli oluyordu."Ne düşünüyorsun Han Ağabeyim?""Seni düşünüyorum Poyraz oğlum. Orada tek başına bu ecinniler adasında ne yapacaksın ki... Yalnızlıktan ölürsün.""Dayanmaya kararlıyım Han ağabeyim.""Allah sana güç ve kuvvet versin. Demek, bukağısından boşanmış soylu kır at, bizim sarayın önünden geçerken zınk, diye durur, başını yere eğer, yelesi toprağı süpürürmüş, o gün bugündür, bütün soylu atlar böyle yaparlarmış. Yeleleri de toprağı süpürürmüş.""Doğrudur, yeryüzünün en güzel, en soylu atları, Kafkas atlarıdır. Atları Kafkaslılar evcilleştirmişlerdir."Kahvaltı bitmiş, kahvelerini höpürtederek içiyorlardı. Zübeyde Hanım yeşil bir entari giymiş, göğsüne çok güzel büyücek bir elmas iğne takmış, salonda durmadan oraya buraya gidiyor geliyor, sevinçten taşıyor, oynuna gülümsüyordu. Üzeyir Han da Hanımının hiç bir devinimini kaçırmadan onu hayranlıkla izliyordu.Kalktılar. Poyraz Musa bir kere daha Zübeyde Hanımın elini öptü."Berhudar ol oğlum. Allah tuttuğunu altın etsin. Her zaman beklerim. Bu ev senin evin. Ne zaman istersen gel, istediğin kadar kal. Han da seni çok sevdi, oğul saydı. Kimbilir, diyor senin için, bu genç yaşta başından neler, neler geçmiştir, diyor, sana acınıyor. Güle güle git yavrum. Burda bir evin olduğunu da unutma. Bizi de unutma."Poyraz Musa, Zübeyde Hanımın elini bir daha öptü, üç kez de başına götürdü. Avludan dışarıya çıktılar, küçük koyun yolunu tuttular. Daha koya varmadan yarın altındaki, önü hepten cam, yeşil boyası yer yer dökülmüş kahvenin içine denizden esen rüzgarla birlikte girdiler. Sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Kahvedekiler, Nüfus Memurunun içeriye girdiğini görür görmez hep birden, yaylarına basılmışçasına ayağa kalktılar. İçerisi yoğun, hoş bir kahve kokuyordu."Buyurun Bey."Üzeyir Hanaradığı Kaptan Kadriyi köşede buldu. Ayağa kalkmış, herkes gibi o da saygıyla bekliyordu."Kaptan Kadri gel, seni arıyorduk."Kadri kalabalığı, sigara dumanını, yoğun kahve kokusunu yararak onların yanına kadar gelebildi."Bir kahve içer misiniz Üzeyir Han?"Sakılla, yaşlı adam:"Hasibin yaptığı kahve Mekke kahvesidir. Rayihası bir hafta insanın genzinden gitmez", dedi, Hanın koluna dokundu."Peki, birer sade içelim" diyen Han, önündeki yeşil örtülü masaya oturdu. Ötekiler de saygıyla onun yöresine sandalyalarını çekip halkalandılar. Ne tuhaf, diye düşündü Poyraz Musa, Üzeyir Hana herkes gerçek bir Hana davranır gibi davranıypor. Nerdeyse, Kafkasyadaki, yeleleri yerleri süpüren kıratlar gibi, buradaki insanlar da Üzeyir Hanın önünde secdeye varacaklar. Şimdi bu kahveye şu anda bir paşa, bir vali, bir vekil girse, kim girerse girsin Üzeyir Han gibi yürekten bir saygıyla karşılanamazdı. Demek soylu olmanın bir gizi var. İnsanlar, kırk günlük yoldan onun geldiğini duysalar, kokusunu alıyorlar. İlkin, palavra sıktığını sandığım Üzeyir Hanın Hanlığının büyüsüne az sonra ben de kapılıp gitmedim mi? Ben onun Hanlığıyla alay etmek, dalga geçmek için hazırlanırken, biraz sonra zokayı yutmadım mı?Hiç konuşmadan kahvelerini içtiler. Dimdik duran Han posbıyıklarını sıvatladı, ayağa kaltı. Kahvedekiler de hep birden gürp, diye ayağa kalktılar. Üçü birlikte kahveden çıktılar."Bak Kadri Kaptan, bu Poyraz Musa bizim evladımızdır, tıpkı senin gibi. Onu bugün Mirmingi adasına götüreceksin.""Başüstüne Beyim."Bu kasabada onun Han olduğunu biliyorlar ama birçok kimse ona, üzülür diye, Han demiyor, Bey diyorlardı."Haydi sağlıcakla kalın."Poyraz, Hanı kucakladı. bir süre onu böyle tuttu, ayrılır ayrılmaz da gözleri yaş içinde kaldı. Birkaç adım attıktan sonra geriye döndü:"Merak etme", dedi, "hiç kimse gelmezse adaya... bile ...Ellerinden öperim Hanım.""Gözlerinden öperim."Kadri Kaptan ona bir tuhaf baktı, herkesin bildiği bir gizi açıkladığı, Üzeyir Hana Bey diyeceği yerde Han dediği için. Sağına soluna bakındı kahvenin kapısı kapalıydı, ortalıkta da kimsecikler yoktu. Bereket versin Poyrazın sözlerini duyan olmamıştı.Kadri Kaptanla çarşıya çıktılar, dükkan dükkan, öğleye kadar dolaşıp, alışveriş ettiler. Poyraz Musa o kadar çok şey aldı ki, Kadri Kaptan, öteberiyi taşımak için iki kişi daha tuttu. Bunlar da çarşıyla tekne arasında birkaç sefer yaptılar.Tam saat on ikide Kadri Kaptan motoru çalıştırdı. Motor yepyeni, yirmi altı beygirlik bir motordu. Tekne de dokuz metrelik Karadeniz payısı bir tekneydi. Beyaza boyanmıştı, kuğu gibiydi. Kadri Kaptan teknenin Rumca adını silmemişti. Yazık ki, Rumcayı da burada kimse okuyamıyordu. Teknenin sahibi arkadaşı ona teknenin adını söylemişti ya nerde o kafa ki Kadri Kaptanda, unutmuş gitmişti.Tekne suları yarıyor, yepyeni motor saat gibi işliyor, ses bile çıkarmıyordu.Kadri Kaptan bu motora nasıl sahip olabildiğini mutluluktan uçarak anlatıyordu. Birden ada karşılarına çıkıverdi. Vakit ikindiye geliyordu. Motor çok yolluydu, tekne bir kuğu gibi kayıyordu.Poyraz Musa, birdenbire bağırarak ayağa kalktı:"Bak, bak kıyıya bak Kadri Kaptan, çınarların önüne bak, orada bir insan karartısı. Gittikçe de uzuyor. Gördün mü?"Kadri Kaptan, ellerini gözlerine siper etti, karşıya baktı:"Hiçbir şey göremiyorum", dedi."Bak, bak, orada, kıyıda. Gittikçe de uzuyor.""Bak, bak!"O, bak, bak! derken karartı o anda yitiverdi.Poyraz Musanın elleri yanlarına düştü:"Silindi gitti. Demek görmedin onu.""Görmedim", dedi Kaptan.