İkinci Dünya Savaşı sonrası, Avrupa’ya hakim olan “liberal-kapitalist” ekonomi-politik düzen yavaş yavaş geriliyor. Uluslar, liberalizmin “sınırsız özgürlük” olmadığını, “liberal-kapitalist” ekonomi-politik düzenin de her zaman kendi çıkarlarına işlemediğini fark ediyorlar. Uluslar, ABD güdümündeki NATO ve ABD icadı Avrupa Birliği’ne karşı kendi ulusal çıkarlarını korumak için milliyetçiliğin gerekli olduğunu da anladılar.
Bunlara ek olarak, haftaya bugün ABD başkanlık koltuğuna oturacak olan Donald Trump’ın da, ülkesinin Avrupa’yı Rusya’dan, Pasifik ülkelerini de Çin’den korumak gibi bir görevi olmadığı kanısını eklerseniz, önümüzdeki 4 (hatta belki de 10) yılı geçirmek için emniyet kemerlerimizi kontrol etmek gerekir!
“Yine mi bu karamsarlık?” dediğinizi duyar gibiyim.
Ama unutmamak lazım ki, gün doğmadan neler doğar; gecenin en karanlık anı şafağa en yakın anıdır. Şafağın atması için ortamın biraz kararması gerekebilir. Ortama biraz ayrıntılı bakalım:
Trump, dengesiz filan ama bazen doğru laflar ediyor. İyice gözden çıkarttığı Netanyahu için geçen hafta “ABD’yi Irak işgaliyle başlayan bir dizi hezimete Netanyahu itti” dedi. Bununla da yetinmedi, Columbia Üniversitesi Profesörü Jeffrey Sachs’ın, içinde Netanyahu için ağır bir niteleme terimi bulunan videosunu paylaştı. Trump, Avrupalıların NATO’ya katkı paylarının bütçelerinin yüzde 4’üne çıkartılmasını istiyor ve bu sağlanmazsa, ABD’nin NATO’dan çıkacağını söylüyor. İma veya tehdit etmiyor, düpedüz haber veriyor.
Avrupalıların ise, Grönland’ı ve Panama’yı “öyle ya da böyle ilhak etmek istediğini” söyleyen, Kanada’nın da İngiltere’nin değil, ABD’nin himayesine girmesi gerektiğini ifade eden bir ABD başkanının peşine takılarak maceralara girmeye niyeti olmadığını söylersek, çok aykırı bir tahminde bulunmuş olmayız; çünkü Avrupalı seçmenler, ABD’nin “liberal-kapitalist” ekonomi-politik” çemberinden çıkmaya kararlı milliyetçi hatta ultra-milliyetçi partilere kayıyorlar.
Trump’ın bizzat kendisinin bu “sınırsız ekonomik özgürlük” ortamını sürdürmeye kararlı olmadığı da hem demeçlerinden, hem de Macaristan başbakanı Viktor Orban, Almanya için Alternatif Partisi (AfD) lideri Alice Weidel ve Romanya’da yapılabilirse, ilk seçimi kazanmasına kesin gözüyle bakılan aşırı sağcı Elena Lasconi ve yeni-Faşist Calin Georgescu’yu ilk başkanlık yıllarından beri desteklemesinden anlaşılabilir. AB’nin ayakta kalmasını sağlayan Fransa, üç aşırı sağcı partinin son seçimlerdeki taktik hatalarından dolayı NATO ve AB yanlısı Emmanuel Macron’un derme-çatma hükumetleriyle devam ediyor. AB’nin bir diğer ayağı Almanya’da ise, AfD’nin kazanacağına kesin gözüyle bakılan seçimler için gün sayılıyor. En az Trump kadar dengesiz ama bir o kadar da açık sözlü, Tesla, SpaceX ve Twitter (X Corp) firmalarının sahibi Elon Musk’ın da AfD hayranı olduğunu biliyoruz.
Ortamı bu kadar özetlemek bile NATO ile AB’nin geleceklerinin tehlikede olduğunu ifade etmeye yeterli olur kanısındayım. Ancak ortamı daha çok karıştıran üç mesele var: Ukrayna’da Putin’in kazanacağı işgal ve savaş; sadece Baas’ı ve Esed diktasını değil, İranlı mollaların Yemen’den Lübnan’a uzanan sözde Şii hilalini alaşağı eden Suriye devrimi ve Netanyahu’nun ne Hamas’ı, hem Hizbullah’ı yok edemediği ama sürekli toprak genişlettiği Orta Doğu savaşı.
ABD’nin Ukrayna’yı Rusya’ya karşı ateşe atıp, bu ateşin kendisine bulaşmaması için uzak durduğu Ukrayna savaşı, NATO’nun artık bir savunma ittifakı, saldırganı caydıran bir güç değil, raf ömrünü doldurmuş bir “Amerikan sopası” olduğunu ortaya koydu. Bu sebeple, 43 bin Ukraynalının ölümü ve Rus gazından mahrum geçirilen iki kış, Avrupa’ya, Rusya ile doğrudan görüşmenin (ve anlaşmanın) şart olduğunu göstermiş olmalı. Suriye Devrimi de ABD’nin Orta Doğu’yu yeniden dizayn etme projesinin ne kadar anlamsız ve yersiz olduğunu ortaya koydu.
Gazze’ye karşı savaş ise siyonizmin mi, adaletin mi üstün olduğunu gösterecek.