Korona sonrası… Salgın geçmiş; yeniden sokaklardayız, deniz kenarlarındayız. Ovadayız, yayladayız. Bir taraftan hasret kaldıklarımızı görüyoruz; özlediklerimizle buluşuyoruz. Bir taraftan Mart’tan bu yana yapamadığımız şeyleri yapıyor göremediğimiz kişileri görüyoruz. Akrabalarımız; büromuz ve iş arkadaşlarımız. Ne bileyim, belirli bir lokanta ve o lokantada belirli bir yemek. Okuldan bazı arkadaşlarla yaptığınız voleybol maçları, mesela. Bir yazlıkta, dostlarınızla bahçede akşam sohbetleri.
“Korona-sonrası” dendiği zaman çoğunlukla yemek-içmek, voleybol maçı değil, milli aşı merkezi, şehir hastanelerin her odasının yoğun bakım odasına çevrilmesi için gerekli solunum cihazları ile takviyesi, çok-amaçlı yöresel salgın hastaneleri, koğuşları, Prof. Dr. Kemal Yeşilçimen’in ifadesiyle, “Sağlıkta milli mücadele” yatırımları akla geliyor. Ama işin bir o kadar önemli insani boyutu da var. O özlediğiniz lokantaya gittiniz; her zaman selamlaştığınız, takıldığınız, hal-hatır sorduğunuz yaşlı garsonu göremediniz; sordunuz ve size “Efendim, onu maalesef salgın sırasında kaybettik,” dediler. Voleybol maçlarınızın eğlencesi, üstelik de gepgenç arkadaş? “Ya hocam, evet o hastanede çalışırdı biliyorsunuz; ilk hafta kurtarılamadı…” Kazalar, kazara sona eren hayatlar.
Dört-beş hafta kapalı kalmaya dayanamayan saat tamircisi dostunuz? “Vermiş dükkânı; zaten kirası artık ağır geliyordu!” diyorlar. Ara verdiğiniz muayenehanenizde yeniden işe başlayan sekreteriniz, annesi veya kayınvalidesi kaybetmiş; babası veya kayınpederini zor kurtarmışlar. Bunlar kişisel hayatlarımız.
Bir de evrensel hayatlarımız var. Küresel rakamlara bakarsanız, Koronavirüs salgınına karşı alınan önlemler, atmosfer kirliğini azaltmış deniyor. Kentlerin uzaydan çekilen fotoğraflarına bakılırsa, hava kirliliği azalmış; ozon deliği küçülmüş, hatta Kuzey kutbu buzullarında erime hızı yavaşlamış. Doğa, biz insanlar elimizi çektiğimizde sanki daha rahatlamış; bizsiz daha mutluymuş yaşlı ormanlar, denizler, göller.
Korona-sonrası dönemde yeni dostlar edineceğiz; yeni bir garson tanıdığınız olacak. Süper-marketteki sebze reyonundaki yeni genç de hemen öğrenecek sizin ne tür sivri biber aldığınızı; kasabın genç yardımcısı da kıymanın ne kadar az yağlı olması gerektiğini. Ama yeniden tahribe başlayacağız dünyamızı. Kaz Dağları’nda çöpleri yakarak içindeki telleri ayırt etmeye çalışan kişiler, her ay bir kere onlarca ağacı yakacaklar. İstanbul Boğazı’ndaki yunus sürüleri yeniden derinlere kaçacak, şirin gösterilerine son verecekler. Camilere kavuşacağız; aynı zamanda trafik sıkışıklığına da. İnsanların yine öfkeleri burnunda olacak; dönel kavşaklarda sıranın kimde olduğu sorusunu yumruklarımızla halledeceğiz.
Sınıflarımıza kavuşacağız (ki bana sorarsanız bu uzaktan eğitimi hiç sevemedim); ofisler, daireler açılacak. Belki artık iki saatlik toplantı için uçaklara koşmayacağız. Zoom’u keşfettik çünkü.
Kâbus sonrası, her şeyi daha çok takdir edeceğiz.