Yer hareketlerinin sebep olabileceği can kaybı ve maddi hasarın boyutlarını önceden bilme imkânı yok. Bir yer hareketinin bir başka yer hareketine sebep olup olmayacağını da ancak benzer durumlara ilişkin verilere dayanan olasılık hesaplarıyla kestirebiliyoruz. Bu iki cümleden çıkan sonuç şudur:
Depreme dayanıklı inşaat, dayanıklılık için gerekli kriterler asgari değil azami ölçüde uygulanmalıdır. Binalarımızı dünyanın dış kabuğunu oluşturan, nispeten sert plakaların (tektonik levha) birbirleriyle etkileşme çizgisi olan fay bölgelerinin azami derecede uzağına inşa etmeliyiz. Temel analizleri yapılmalı, tekrar yapılmalı, denetlenmeli ve yeniden denetlenmelidir...
Dünyada bu böyle yapılıyor; üstlenici firmalar sorumluluklarının bilincine varıyor ama bunu kendiliklerinden sağlamazlarsa, sağlamaları için gereken olumlu-olumsuz teşvik tedbirleri kendilerine sunuluyor.
Bunlar bizim için de yabancı fikirler değil. Erzincan Depremi’nden bu yana, 83 yıldır ülkemizde de yapı tekniklerinin depreme dayanıklı seçilmesi için yasalar, yönetmelikler çıkartılıyor. Ancak sorun, hasar gören binaların sebep olduğu can kaybını ve enkaz kaldırma-kurtarma, yeniden inşa, geçici iskân gibi çalışmaların sebep olduğu masraflar, gelir kaybının telafi edilmesi gibi harcamalar, asgariye indirmiş olan bir Japonya’dan farklı olarak bizde (ve başka bir çok ülkede) olan imar affıdır.
Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı Dr. Süleyman Hacıcaferoğlu’nun İstanbul Zaim Üniversitesi Fen Fakültesi’nde Şehircilik ve Kentsel Dönüşüm Programı çerçevesinde kaleme aldığı bir makalede, gecekondulaşma ve kaçak yapılaşma sorunlarıyla mücadele için çıkartılan ilk önlem paketlerinin hemen ardından, ilk imar affının da 1946 yılında çıkartıldığı belirtiliyor. Bu ilk düzenlemeyle imar işleri belediyelere verilmişti ve hala da öyle devam ediyor. Osmanlı’nın Fransa’dan aldığı belediyecilik anlayışı, halkın yerel ihtiyacının yerinden yönetim ilkesine göre karşılanması fikrine dayandığı için, zaten merkezi hükumetin asla altından kalkamayacağı genişlikteki inşaat ve iskân izni yetkisi belediyelere verilmişti. Bunun, yerel ahbaplıkların bozucu etkisini de beraberinde getirdiği bilindiği halde, bu durum ancak 2011 yılında düzeltilmiş, denetimin bir şekilde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca devralınması sağlanmıştı. Halen, belediyelerin verdiği izinlerin son denetimi bakanlığın oluşturduğu bir denetçi firma havuzundan sağlanıyor.
Bu firmaların onay vermemesi, ortaya, bitmiş ama kullanılamayan gayrimenkul yatırımları çıkartıyor. Bunu önlemek için de kimi zaman geçici, kısmî vs. adıyla bir engel de aşılıyor. Ancak yere gömülen milyarlarca liralık yatırımı kullanılabilir hale getirmenin yolu, ülkemizde ilk denetimin olumsuz raporunun sonucu olan yasak ve onunla birlikte gelen cezaların kaldırılarak, yatırım sahibine yaptığı hatayı düzeltme imkânı vermek olarak görülüyor. Yani, imar affı...
Burada yanlış anlaşılmaması gereken, affedilenin hatalı inşaat değil, inşaatı hatalı yapma eylemi olduğu, affın sadece inşaat sahibini cezadan kurtardığıdır. İnşaattaki hatanın giderilmesi, gereğinde inşaatın yeniden yapılması gereklidir.
Bu konuyu irdelemeye ve “Peki denetleniyorsa bu binalar neden yıkılıyor?” sorusuna bir de uygulama açısından bakmaya devam edelim.