NATO’nun genişlemesi projesinin ve bir savunma ittifakından çıkartılarak bir saldırı aracı haline getirilmesinin mimarı ABD dışişleri eski bakanı Madeline Albright’tı; geçen haftaki ölümüyle hatırlara sadece bu iki noktayı değil, başka bir noktayı daha, yaptırım meselesini de getirdi.
Nazi soykırımında birçok kurban veren ailesi Prag’dan kaçarak ABD’ye sığındığında, 11 yaşında New York’a ayak basan Albright, 1981’den 2012’ye kadar Amerikan ulusal güvenlik ve dış politikasında hem fikirleri hem de icraatı ile en etkin ilk on kişinin arasına girebilecek önemdeydi.
Çekoslovakya’nın Sovyet egemenliğindeki bloktan çıkmak üzere harekete geçtiği ve daha sonra Prag Baharı olarak adlandırılacak dönemi konu olan doktora teziyle akademi dünyasına adım atan Albright, eski Başkan Jimmy Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı Zbigniew Brzezinski tarafından Beyaz Saray Güvenlik Konseyi’ne alınmış ve daha sonra Başkan Bill Clinton tarafından BM daimî temsilcisi olarak görevlendirilmişti. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı dönemde ABD dış politikasına şekil veren kişi olan Albright, Yugoslavya’nın dağılması ve ardından çıkan 1998 Kosova Savaşı sırasında ABD Dışişleri Bakanı olarak dünya siyasetine tek başına yön veriyordu.
Albright, SSCB dağılıp Varşova Paktı kendi kendini feshedince, Doğu Avrupa ülkelerinin birbiri ardına NATO’ya üye olarak alınmasını sağladı. O sırada genç bir güvenlik görevlisi olan Putin, bunun, “Rusya’nın dizleri üzerine çökmesi için düzenlendiği” kanısına varmış ve o noktada “Rusya Ana’yı bu felaketten korumak için” siyasete atılmaya karar vermişti.
Albright ile Putin’in fikri yolları sadece o tarihte kesişmekle kalmadı. Albright, Kosova Savaşı’nda Sırp saldırılarına son vermek için NATO’nun devreye girmesi fikrini ortaya atınca ve böylece NATO bir savunma ittifakı olmaktan çıkarak, ilk kez bir saldırı savaşında kullanılmış oluyordu. Putin, daha sonra yazdığı uzun bir yazıda bu olayı NATO’nun Rusya açsından “kırmızı çizgileri geçmesi” olarak niteleyecekti.
Albright’ın ülkesinin diplomatik tarihine katkısı sadece bununla kalmadı. Beyaz Saray’ın siyasetinin oluşturulmasında sadece BM büyükelçisi olarak değil, fakat aynı zamanda bir akademisyen olarak da etkili olan Albright’ın ortaya attığı, daha sonra “Albright Doktrini” olarak adlandırılacak olan “ABD her yere askeri güçle değil, fakat siyasal gücüyle de müdahale edebilir” teziyle yaptırım silahının mucidi olmuştu. Bu tezin açıkça ifadesinden önce de ABD ekonomik gücünü silah olarak kullanmış; ancak bu daha çok kendi elindeki imkanlarla sınırlı olmuştu.
Oysa Albright, ABD’nin sadece kendi imkanlarıyla değil ama bütün müttefikleri ve sözünün geçtiği her ülkenin imkanlarını kullanarak ülkelere boyun eğdirebileceğini söylüyordu.
Bunun ilk uygulaması, Irak lideri Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgalinden dört gün sonra Irak’a oldu. Sadece ABD değil ama sözünün geçtiği her ülke Irak’a tabir yerinde ise çöp dahi satmadılar. Buna karşı çıkan BM Genel Sekreteri Butros Gali, Albright’ın çabası ile görevden atıldı. BM Güvenlik Konseyi’nin de bu yaptırımlara katılmasıyla, Irak’ta bir yıl içinde bir buçuk milyon kişi açlıktan öldü. Ölenlerin yarım milyonu çocuktu.
Albrigth’ın 1996’da bir televizyon programında “Yarım milyon çocuğun ölmesine değdi mi?” sorusuna “Evet bu ödenmesi gereken bir bedeldi!” karşılığını vererek savunduğu sivil halka yönelik yaptırım fikri, bugün İran’dan Rusya’ya 26 ülkeye uygulanıyor. Türkiye bile, Rus malı S-400 hava savunma sistemlerini satın aldığı için bu yaptırımlardan nasibini aldı.
Ama görünen o ki yaptırımlar hiçbir ülkenin siyasetini etkilemiyor; olan daima sivil, masum halka oluyor.