1993’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü ilk defa Afrika kökenli Amerikalı bir kadın yazar kazandı. Akademi, yaratıcı gücü ve şiirsel anlatımının damga vurduğu romanlarında Amerikan gerçeğinin yadsınamaz bir yönüne hayat verdiği için bu ödülü aldığını açıkladı. Söz konusu gerçek Amerikan ırkçılığı altında her türlü mezalimden payını almış siyahların yaşadıklarıydı. Yazarın adı Toni Morrison’dı. 5 Ağustos 2019’da kaybettik Morrison’ı. O dönem bu köşede yazdığım yazıda “Nobel konuşmasında ‘Ölüyoruz. Hayatımızın anlamı bu olabilir. Ama dil ‘kuruyoruz’. Hayatımızın değeri ise bu olabilir’ demişti. Bir dil kurmak. Bunu öğrendiğim yazarların başında gelen Morrison’a hem bu yüzden hem de kitapları sayesinde hayatıma, kadın ve yazar olma bilincime kattığı değerler için teşekkür ederim” diye yazmıştım. Edebiyat ailemin en kıymetli üyelerinden biriydi Toni Morrison. Kan bağına ihtiyacımız yoktu. Siyahların yaşadığı zorlukları, Amerikan ırkçılığını, kadının varoluş sorununu derinlemesine incelediği romanları üzerinden onunla kurduğum ilişki kan bağından çok daha önemliydi. Öldüğünü duyduğumda bir daha yazamayacağı düşüncesi kesif bir sızı olarak işledi içime. Hâlâ zaman zaman “Sula”yı, “Katran Bebek’i, “En Mavi Göz”ü, “Aşk”ı “Sevilen”i alıp kütüphanemden, altlarını çizdiğim satırlarda dolaşır, hasret gideririm onunla.
Bu hafta büyük bir sürprizle karşılaştım. Gelen kargolar arasında Sel Yayıncılık’ın gönderdiği zarftan bir Toni Morrison kitabı çıktı! Ayaklarım yerden kesildi, Toni Morrison evime gelmişçesine sevindim. Zarftan çıkan, Morrison’ın daha önce Türkçeye çevrilmemiş olan 10. romanı “Yuva”ydı. Püren Özgören çevirisiyle ellerimin arasındaydı. Hemen bitmesin diye ağır ağır, sayfaları günlere bölerek, yine altlarını çizerek, notlar alarak okudum. Çalışırken, yürüyüş yaparken, yemek yerken; kitaba ara verdiğim her an, aklımda yalnızca “Yuva” vardı.
Morrison, kölelik ve özgürlük kavramlarını bu kez aidiyet duygusu ekseninde inceliyor. Kore Savaşı’ndan dönen 25 yaşındaki Afro Amerikan Frank, Atlanta’da beyaz bir doktorun evinde çalışan kız kardeşi Cee’nin ölmek üzere olduğu haberini alıyor. Üvey babaannesinin eziyetlerine dayanamayan Cee, 14 yaşındayken “iş tulumuyla değil de kemerli bir pantolonla gördüğü ilk kişiye” âşık olup, onunla Atlanta’ya gitmiş. Bu evlilik fazla uzun sürmemiş. Kocasının kendisini sevmediğini anlayınca zaten resmi olmayan evliliğinden vazgeçip evden ayrılarak çeşitli işlerde çalışmaya başlamış Cee. Son iş yeri olan bilimsel araştırmalar yapan doktorun evinde ölümle burun buruna gelmiş.
Frank, “Green book”taki yerlerde soluk alarak, siyah olduğu için tartaklanarak zorlu bir yolculuğun sonunda kardeşine ulaşıyor. Onu alıp, ikisinin de bir zamanlar kaçarak çıktıkları Georgia’daki Lotus kasabasına götürüyor. Cee’nin durumu gerçekten ağır. Yanında çalıştığı doktorun araştırmasında kobay olarak kullanılmış ve yanlış uygulama sonucunda ölümle burun buruna gelmiş. Beyazların siyahlar üzerinde, onların hayatlarını tehlikeye atarak bilimsel deneyler yaptığı 50’li yıllardan söz ediyoruz.
Ağır bir kanaması olan Cee’yi Lotus’un bilge kadınları iyileştiriyor. Bu kadınlardan Ethel, Cee’ye şöyle diyor: “Kendine bir bak. Özgürsün. Seni senden başka hiçbir şey, hiç kimse kurtarmak zorunda değil. Kendi tarlanı ek. Gençsin ve kadınsın, her ikisi de ciddi kısıtlamalar içeriyor, ama sen de bir bireysin. Senin kim olduğuna işe yaramaz bir sevgili, hele ki iblis bir doktor asla karar veremez, buna izin verme. Buna kölelik denir. İçinde bir yerde, sözünü ettiğim o özgür birey yatıyor. Bul onu ve dünyaya bir iyilik yapmasını sağla.”
Çok fazla alt metni olmasına rağmen “Yuva” temelde kadın ve erkek varoluşları ekseninde ilerleyen bir roman. Kendini çocukluğundan beri ezilmiş, itilmiş hisseden, erkek olarak varoluşunu kuramayan Frank’in erkek olma bilincini kız kardeşini kurtarması üzerinden inşa ediyor Morrison. Bu kurtarma operasyonunun yapıldığı özgür olmak için kaçtıkları ve sonunda yine özgür olmak için döndükleri Lotus’u da “yuva” olarak kodluyor.
Püren Özgüren’in şahane çevirisinden okuduğumuz “Yuva”, Morrison’ın incelikli dil işçiliğinin bir başka şahikası. Siyah edebiyatına olduğu kadar dünya edebiyatına da büyük bir armağan. Siz de benim gibi Morrrison’ı çok özleyenlerdenseniz yahut onu tanımak istiyorsanız “Yuva” bunun için biçilmiş kaftan. Okumanızı çok isterim.
İyi pazarlar.