Bronte Kardeşler’den hangisini daha çok seversiniz? “Uğultulu Tepeler” ile Emily Bronte? “Jane Eyre” ile Charlotte Bronte? “Agnes Grey” ile Anne Bronte? Ben Emily’cilerden oldum hep. Tek romanı “Uğultulu Tepeler”, dünya edebiyatının en iyi romanlarından biri bana göre. Tutkulu aşkın başyapıtlarından. Öfke, nefret, yalan, kötülük, hırs gibi çok sayıda kavrama sahip. Dilinin güzelliği bir yana içindeki tekinsiz karanlığın verdiği ürperti de tarifsiz. Böyle bir kitabı Viktoryen ahlakın baskısı altında henüz 20’li yaşlarında yazan Emily Bronte’nin kalbimdeki yeri de ayrı bu nedenle.
Hâl böyleyken, Filmekimi’nde senaryosu ve yönetmenliği Frances O’Conner’a ait “Emily”nin olduğunu öğrenince filmin gösterileceği City’s’de Emily ile kahve içip sohbet edecekmişiz gibi bir heyecanla yürüdüm Nişantaşı sokaklarını. Onu daha yakından tanımak ümidiyle. Baştan söyleyeyim hayalkırıklığına uğramadım.
Filmde Bronte ailesinin tüm fertleriyle tanışıyoruz. Üç kız kardeşin yanı sıra, babalarıyla ve erkek kardeşleri Branwell ile de. Emily içlerindeki en asi ve uyumsuz karakter. Dönem 19. YY. İngiltere Yorkshire. Rahip bir baba. Anne çocuklar küçük yaştayken ölmüş. Mezarlığa bakan iç karartıcı bir ev. Yapacak fazla bir şey yok. Mum ışığında kitap okumak ve ‘yazmak’. Filmde verilmese bile, çocukların, entelektüel babanın geniş kütüphanesiyle nefes aldıklarını biliyorum. Her şey o kadar ‘yavan’ ve o kadar ‘az’ ki, çocukların tümü kendi hayal dünyaları ile renklendirmeye çalışıyor hayatlarını. Belli bir noktadan sonra bu dünyayı kaleme alıp, benzer koşullarda yaşayanlarla paylaşmak istiyorlar. Emily, kardeşinin “Nasıl yazdın?” sorusuna “Aldım kalemi, kâğıda döktüm” diye cevap veriyor. Kafasında çoktan yazılmış roman. Ama öyle bir dönem ki, kadınların yazmasına hoş gözle bakılmıyor. Nitekim üç kız kardeş, şiirlerinden oluşan ilk kitaplarını erkek adlarıyla yayımlıyorlar.
Filmde, ağırlıklı olarak Emily’nin “Uğultulu Tepeler”i yazdığı sürece tanıklık ediyoruz. Bu süreçte rahip yardımcısı Weightman ile yaşadığı aşka. Kardeşlerin hepsi birbirinden farklı. Ayakları yere sağlam basan en büyükleri Charlotte. Nahif Anne. Sorumsuz ve savruk Branwell. Emily’ye gelince bütün kasaba ona ‘tuhaf’ diyor. Fazla başına buyruk ama bir yandan da derin ve analitik. Erkek kardeşi Branwell ile özel bir ilişkileri var. Misal bir gün, birlikte bir tepeye çıkıp, Branwell’in kolundaki dövmeyi haykırıyorlar boşluğa: “Özgürlük fikirdedir”. Tutsak hayatına özgürlük katan da fikirleri zaten. Yazmaktan büyük mutluluk duyduğu.
Emily’nin babasıyla da yaralı bir baba-kız ilişkisi var. Aklından yazılmayı bekleyen yüzlerce hikâye geçmesine rağmen bir ara öğretmenliğe razı geliyor, babası onu öğretmen olan ablası Charlotte’ı sevdiği gibi sevsin diye. Ama olmuyor.
Yeni atanan papaz yardımcısı Weightman’a âşık oluyor Emily. Ayaklarını yerden kesen bir aşk bu. “Uğultulu Tepeler”deki aşkın sadece kurgu olmadığını, bizzat yaşandığını görüyoruz. Onun eğilmez, bükülmez dik başı bir süre sonra Weightman’ı korkutuyor. “Habis bir yanı var yazılarının şiirlerinin” diyecek kadar. Ayrılık nedeni olan bu cümle onu istemiye istemiye Brüksel’e öğretmenlik yapmaya gönderiyor. Weightman’ın pişmanlık dolu mektubunun Emily’nin eline geçmesine Branwell engel oluyor. Kısa süre önce Emily’nin çok kötü yazdığını söylediği erkek kardeşi. Acımasız bir intikam hissi.
Fazla ‘teaser’ verip filmin tadını kaçırmak istemem. Ama şunu söylemeliyim ki, film sayesinde Emily Bronte’nin yaşadığı o kurak dönemde “Uğultulu Tepeler”i nasıl yazabildiğine dair tüm sorularım yanıtlandı. Filmin sonuna doğru, üzerinde “Wuthering Heights – Uğultulu Tepeler” yazan kâğıt tomarını görünce nasıl heyecanlandığımı anlatamam.
Emily Bronte için özgürlüğü vazgeçilmezdi. Koşulları hiçbir özgürlüğe izin vermese de onun fikirleri vardı. Ve yazmaya duyduğu aşk. Edebiyat dünyasında kuzey rüzgârları estiren “Uğultulu Tepeler”i de bu sayede yazdı. İyi ki yazdı. Film sayesinde, özgürce hayal kurmam gerekirse, Emily ile Citys’de kahve içme şansım oldu gerçekten de. Madem özgürlük fikrimde.
İzlemenizi çok isterim.
İyi pazarlar.