Harçlıklarıyla kitap alan çocuklardandım. Lise ve üniversitede de en büyük harcama kalemim kitaplardı. Kitap fuarının Tepebaşı’nda olduğu yıllarda senetle kitap alan nesle mensubum. O senetler bitene kadar bana ait gibi gelmezdi kitaplar. Son taksitten sonra sahip olmanın keyfini sürerdim. İş hayatıyla birlikte kitap alımlarım arttı. Sanat gazeteciliğini seçip, edebiyat alanında uzmanlaşmaya karar verince, yayınevlerinden kitaplar gelmeye başladı. Her hafta 40-50 kitap, benim ayrıca satın aldıklarım derken yer sıkıntısı baş gösterdi. Çocukluğumun iki raflık kitaplığı, bir kitap odasına evrildi. Psikoloji kitapları bir süre sonra bağımsızlığını ilan edip salonda yeni bir kütüphaneye geçti. Kitaplar gelmeye devam ediyordu. Eve sadece bir bölümünü götürüp büyük çoğunluğunu gazetede dağıttığım, köy okullarına yolladığım hâlde yeni gelenleri koyacak yer bulamaz oldum. Ve sonunda on yıl kadar önce bir karar aldım. Asla vazgeçemeyeceklerimi ayırdım. Henüz okumadıklarımı da… Okuduğum kitapları içim ezilerek çıkardım kitaplıktan. “Ben severek okudum şimdi başkaları okusun” diyerek. Yine köy okullarına doğru yola çıktılar. Sonu yoktu çünkü.
İdeal dünya tasviri
Kitaba erişimde zorluk çeken gençlere kendimce küçük bir imkân sağladığım için mutluyum. Ama bir yanım fena hâlde ayrılık acısı çekiyor. Sonra bir gün kapı çalıyor ve gelen kargodan bir kitap çıkıyor. Okuduğum, verdiğim ve yayınevinin yeni baskısını yaptığı için yeniden gönderdiği bir kitap oluyor bu. Aman nasıl mutlu oluyorum. Okumakta olduğum kitabın zamanından çalıp onu yeniden okuyorum. Bir süre daha birlikte vakit geçiyoruz. Sonrası yine ayrılık.
Bu hafta pek sevdiğim o vuslat anlarından birini yaşadım. Can Yayınları paketinden Andre Gide’in çok sevdiğim “Pastoral Senfoni”si çıktı. 79 sayfalık minicik bir roman, değeri cüssesinin kat kat üstünde. Beethoven, kitabın adının gönderme yaptığı “Pastoral Senfoni”ra verdiği erişilmez zevkin, kırda uyanan duygularının anlatımıdır” diye tanımlar. Kitap da böyledir. Kahramanımız olan Papaz kitap boyunca bizi Jura Dağları’ndan Alpler’e doğru olan şahane doğa manzarasında gezdirir.
Bir din görevlisinin düzensiz notları şeklinde tasarlanan romanda Papaz, Gertrude adlı kör ve yetim bir kızın bakımını üstlenir. Beş çocuklu evine Gertrude’u götürdüğünde eşi büyük rahatsızlık duyar. Çocuklar da başta kabullenmezler. Papaz sahip çıkar kıza. Birlikte çıktıkları kır gezilerinde ona dünyanın güzelliklerini anlatır. Kötü yanlarından hiç söz etmez. Gözleri görmediği için Papaz’ın yaptığı ideal dünya tasvirine inanarak büyür Gertrude.
En tiz nokta
Bir gün birlikte Neuchatel’de bir konser salonunda Beethoven’ın “Pastoral Senfoni”sini dinlerler. Papaz müzik aletleri üzerinden renkleri anlatmaya başlar Gertrude’a. Kırmızı ve turuncuları korno ve trombon, morlar ve mavileri flüt, klarnet ve obua sesiyle eşleştirir. Beyazı “Tüm tonların birbirine karıştığı en tiz nokta” diye tanımlar.
Gel zaman git zaman Papaz kıza âşık olduğunu fark eder. Gertrude da Papaz’a… Bu durum Gertrude’un göz ameliyatına dek sürer. Gözleri açılan Gertrude, mutluluğu bozulmasın diye Papaz’ın kendisinden sakladığı kötülük ve günah kavramlarıyla tanışır. Büyük bir hayalkırıklığı yaşar.
Andre Gide’in körlük ve ahlaki körlük karşılaştırması yaptığı, günah ve arzu arasındaki çatışmayı bir Rahip’in duyguları üzerinden işlediği “Pastoral Senfoni”, insana ait olanı muazzam bir psikolojik derinlikle yazdığı romanlarına giriş niteliği taşır. Gide’e başlamak için en iyi tercihtir. Biz güzelce giderdik hasretimizi. Yeni okuruna doğru yola çıkacak kısa süre sonra. Özlemişim.
İyi pazarlar,