Türkiye’nin yeni yol haritasını nasıl anlarız; yalnız Cumhurbaşkanı’nın konuşmaları, iktidar partisinin kongresi ve buradaki değişim bize yeni durumu anlatır mı? Şüphesiz bütün bunlar önemli ipuçları olabilir; mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Uluslararası 8. İş Sağlığı ve Güvenliği Konferansı’nda yaptığı konuşma ve özellikle şu cümleler bu açıdan önemliydi: “İnsana makine, hammadde, sermaye gibi salt üretim aracı olarak bakamayız. Bizim anlayışımızda insan ‘homoekonomikus’ değildir. İş kazalarının azaltılması, can kayıplarının ve emek sömürüsünün önüne geçilmesi için öncelikle bu konuda kendimizi düzeltmeli, insanı merkeze alan bir anlayışı iş hayatına hâkim kılmalıyız.” Buraya geleceğiz ama devam edelim; AB’ye “Sen yoluna, biz yolumuza” dedikten sonra Türkiye için AB üyeliğinin stratejik hedef olduğunun söylenmesi de size bir şeyleri ve yeni dönemi anlatmalı. Örneğin, bu iki vurgu arasında çelişki olduğunu düşünüyorsanız yeni dönemin şifrelerini çözmekten uzaksınız demektir bu.
Eskinin nefreti
Ancak bütün bu konuşmalar, siyasi hamleler bir sonuç... Hiç şüphesiz ki içinde bulunduğumuz yüzyıla damgasını vuracak yeni bir paradigmanın kaçınılmaz sonuçları... Bu değişimin Türkiye’de ve bölgedeki öncüsünün Cumhurbaşkanı olması da ayrı bir yazı konusu ama Cumhurbaşkanı, Türkiye’nin bu yeni dönemi ıskalamaması, hatta bu yeni döneme öncülük yapması için hızlanması ve artık bir önceki yüzyılda kalmış sistemini değiştirmesi gerektiğini biliyor. Esasında halkın doğrudan seçtiği bir Cumhurbaşkanı olarak, toplumdaki bu değişim isteğini de okuyor ve bu tarihi inisiyatifi alıyor. Bu anlamda bu durum, iddia edildiği gibi, “tek adamlık” falan değil, aşağıdan gelen taleplerin ve siyasi duruşun devletin tepesinde dile getirilmesi, demokratikleştirilmesidir. Bunun bu topraklarda ilk defa olduğunu söylemeye gerek yok ama bu benzersiz durum bize, Cumhurbaşkanı’nın yönelimine halkın büyük ölçüde neden sahip çıktığını açıkladığı gibi, şimdiye değin “eski”nin olduğu gibi devam etmesini, çıkarları gereği, isteyen ve bu çürümüş durumu ölümüne savunanların “nefretini” de açıklıyor.
Ekonomi yönetimi
Şimdi herkes ekonomi yönetiminde bir değişiklik olacak mı diye soruyor; Türkiye ekonomisinin nasıl yönetileceğine dair tartışmalar bugünün tartışmaları değildir. Bu tartışma 2008 yılında yine Erdoğan’ın IMF ile 20. Stand-By’ı yapmamasıyla başlayan bir süreçtir ve bugün bunun finaline geldik. Bu finaldeki yol ayrımının en özlü anlatımı belki de yukarıda alıntıladığım İş Sağlığı ve Güvenliği Zirvesi’ndeki konuşmadır.
Aslında bu ‘homoekonomikus’ tartışması esaslı bir tartışma... Batı’nın sanayi devrimi sonrası insan aklının faydacı bir “akıldan” ibaret olduğunu ortaya atmasına bağlı olarak, herkesin bireysel faydasının (çıkarının) toplumu “rasyonel” olarak inşa edeceği varsayımına dayanır. Bu anlayış, geleneksel Batı sağının temelidir. Bu temel, ekonomide serbest piyasayı savunur görünür ama politik tarafta, hiyerarşiyi ve otoriter bir tahakkümü ortaya çıkardığı için “piyasa” her zaman serbest değil, tekelci bir tahakküm olmuştur. Bu paradigmanın ekonomi anlayışı da, “bırakınız yapsınlarcı” iktisadi bireycilik (homoekonomikus) anlatısından başlar ve bunu ahlak ve moral olarak savunan, Menger, Hayek gibi düşünürlere dayanan ultraliberalizme kadar gider ki bunun sonucu, sosyal Darvinciliğe uzanan, bireysel hiyerarşiyi ve buna bağlı tahakkümü dayatan bir yeni faşizmdir.
Eşitliği, adaleti reddeden, buraya yönelik her politik çıkışı devletin güvenlik anlayışı içinde bastırmaya çalışan bu anlayış, bugün Batı’nın krizinin temel ideolojik çıkış noktasıdır. Hayek‘in “kendiliğinden düzen” dediği ve homoekonomikus’a dayanan sistem bozulmamalıdır. Çünkü bu insanlığın geldiği en iyi (!) yerdir. Dünyanın sonu; yani var olanı herkes sorgusuz sualsiz kabul etmelidir.
‘Üst akıl’
Dünya beşten büyüktür demek mesela bu anlamda kabul edilemez, çünkü dünyanın beşten büyük olmadığı güncel durumu “doğal düzen” olan sistem ortaya çıkarmıştır, buraya siyasi müdahale olmaz, sistem gerekli görürse düzeltir yoksa devam eder. Burada insan aklı faydacı bir homoekonomikus’la sınırlandırılırken, insan aklının üzerinde “rasyonel” bir üst akıl hep vardır ve bu, eşitsiz piyasanın aklıdır.
Bunun için bu “düzeni” savunan gelişmekte olan ülkelerin ekonomi yönetimlerine hep “rasyoneli” bulmaları öğütlenir. Bu yöneticiler de ikide bir basın önüne çıkarak, ekonomide “rasyonel” olanı yapmamız lazım derler. Bu insan aklına, içinde bulunduğumuz topluma aykırı, ülkenin çıkarlarına ters ne varsa yapacağız anlamına gelir aslında. Ama bu “rasyonel” herkes için kriz üretmiştir. Şimdi burayı aşıyoruz...