Sanıyorum, yeni hükümetle birlikte, Türkiye’nin yeni ekonomi-politikasını ortaya çıkarmak ve bu yönde adım atmak zorundayız. Nasıl ki siyasette 12 Eylül’ün izlerini taşıyan sistemin artık değişmesi gerektiğini ısrarla söylüyorsak, bu sistemin ekonomideki izdüşümünü de tartışmak ve tıpkı 12 Eylül Anayasası’ndan üreyen siyasal sistem gibi, rafa kaldırmak mecburiyetindeyiz.
Yaklaşık iki yıl önce, yani Eylül 2014 tarihinde Başbakan Davutoğlu TBMM’de 62. Hükümet’in programını okumuştu. O programda ekonomiyle ilgili çok önemli bir değişiklik yoktu. O zaman şunu yazmıştım: “Türkiye’nin hâlâ 2023 hedeflerine ulaşma şansı var. Yani kişi başı 25 bin dolarlık bir milli gelir seviyesi ve 500 milyar dolara varan ihracat potansiyeline Türkiye 21. yüzyılın ilk çeyreği itibarıyla ulaşabilir.
Ama bize göre bunun iki şartı var; birincisi 2015 seçimlerine kadar olan sürenin çok iyi bir hazırlık süresi olarak değerlendirilmesi ve tam şimdi ekonomide, 2012’de yapılan yanlışın yapılmaması; yani büyümeye fren gibi gereksiz uygulamaların devreye girmemesi gerekir.
Tekrar edelim ki Türkiye’nin şu an bazı çevreler tarafından iddia edildiği gibi öncelikli sorunu enflasyon değil, sanayi ve ihracatta çarkların sağlıklı ve hızlanarak dönmesidir. Bu olduğu zaman enflasyon zaten düşmeye başlayacaktır. İkincisi ise 2015-19 arası AK Parti’nin biz, tek başına ve güçlü iktidarını öngörüyoruz ve bu iktidar döneminde kesinlikle cari para ve maliye politikalarından ayrı, yeni bir büyüme modeline geçilmelidir.
Şu sıralar AK Parti’nin ekonomide yakaladığı başarıyı neoliberal para ve maliye politikalarına bağlayan ve bunun devam etmesini ısrarla savunan yazılara çok rastlıyorum. Oysa tam tersidir. Bütün bu süreçte AK Parti, özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın inisiyatifiyle bu politikaları deldiği oranda başarıyı yakalamış ve orta sınıfın desteğini sağlayarak seçimleri kazanmıştır.”
Temel mücadele
Bu süreçte, bu sayede hem güçlü bir orta sınıf ortaya çıktı hem de yoksul sınıflardan orta sınıfa geçiş hızlandı. Ancak AK Parti’yi iktidara taşıyan ve daha çok Erdoğan’la somutlanan kapsayıcı ve üretime dönük yatırımcı büyüme politikaları kurumsallaştırılamadı. Maliye tarafında yalnız faiz dışı fazla vermeyi başarı sayan, para politikası tarafında da enflasyonu tutmayı (düşürmeyi diyemeyiz) amaçlayan iktisat politikası bütünü “resmi” politika olarak varsayıldı.
Buradaki mücadele, çok açık söylemek gerekirse, Erdoğan’ın ısrarı ile mevcut resmi politikayı ısrarla sürdüren siyasetçi ve bürokratlar arasında geçti. Tabii ki Türkiye’nin birçok stratejik konusunda olduğu gibi bu konuda da muhalefetin bir dahli yoktu ve bu çok önemli mesele AK Parti’nin bir iç meselesi olarak sessiz ve derinden sürece damgasını vurdu.
Bugün gelinen noktada Türkiye’nin ekonomide patinaj yaptığı, gerekli stratejik sıçramayı yapacak adımları atamadığı ortadadır. Tasarrufların düşüklüğünden, enflasyona oradan ısrarlı işsizlik ve cari açığa değin tüm temel sorunların kaynağı ısrar edilen para ve maliye politikası yanlışlarıdır.
Köklü değişiklik...
Öncelikle, mevcut para ve maliye politikalarında köklü bir değişiklik gerektiği ortadadır. 2001 krizi sonrası, Derviş Programı denilen ve geleneksel IMF programlarının, dalgalı kur rejimi ile, revize edilmiş hali olan programı artık tümüyle geride bırakmamız gerekiyor. Bu program, istikrar adı altında para ve mali piyasalarında, faiz ve bütçe sıkılığı temel araçlarıyla, kontrolü öne çıkarmakta ve burayı temel başarı kıstası olarak görmektedir. Bu bakış açısıyla ortaya çıkan politika, belli bir dönem toparlanmayı sağlamıştır. Ama bu, sürdürülebilir (başarı) değildir.
Öncelikle Türkiye ekonomisinin önümüzdeki 10 yıl içinde hedeflediği büyüklüklere ulaşması için ihtiyaç duyulan yıllık ortalama yüzde 6-7 seviyelerinde bir ekonomik büyüme, iç tüketim ve ithalata dayalı olarak sürdürülemez. İhracatın yüksek katma değer içeren yeni bir küresel rekabet dinamiğiyle buraya en yüksek katkıyı vermesi gerekir. Kaldı ki, görülmüştür ki, mevcut programla ortalama yüzde 7’lik bir büyüme sağlasak bile, bu oran cari açık ve yüksek enflasyon gibi temel sorunları katlanılmaz ve sürdürülmez kılmaktadır.
“Bu noktada önemli olan husus; sadece sanayide üretim yapmanın bir ülkeyi sanayileşmiş ülke statüsüne taşımadığıdır. Sanayileşmiş ülke olmak için ülkenin kendi üretim ve ürün teknolojisine sahip olması, teknoloji yoğun ve bilgi yoğun sanayilerin payının, emek ve sermaye yoğun sanayilerin payının üzerinde olması gerekmektedir.”
Bu çerçevede; ülkemiz ekonomisinin hedeflediği 2023 yılı vizyonuna ulaşması için; “yüksek teknolojili ve katma değerli sektörlere, faktör verimliliği artışına ve yurtiçi tasarruflara dayalı” yeni bir büyüme modeline ihtiyaç vardır. Ribasız, üretime dayanan yeni bir ekonomi anlayışı burada temeldir.
Bu programın temel başlıklarını yazmaya devam edeceğiz ancak işe mevcut para ve maliye politikalarını değiştirmekten başlanılacağının altını yeniden çizelim.