Cemil Ertem

Cemil Ertem

dr.cemilertem@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Son terör saldırılarından sonra şu tespiti rahatlıkla yapabiliriz; farklı ideolojik ve coğrafi çıkışları olsa da teröre başvuran yapı ve örgütler, bugün yeni asimetrik paylaşım savaşının düzensiz ordularıdır ve bu yeni savaşın yürütücü organlarıdır. 21. yüzyılın başında yoksulluğun yalnız dünyanın doğusu ve güneyinden hızla yukarıya kuzeye ve batıya çıkmasıyla terör, gelişmiş ülkelerde de kendini göstermeye başladı. Sanıyorum, 2001 yılındaki ABD İkiz Kuleler saldırısı bu yeni durumun sembolik başlangıç noktasıdır. El Kaide’den DEAŞ’a kadar uzanan terör örgütlerinin hangi ekonomik, sosyal koşullarda ortaya çıktığını tam bugün görmemiz gerekiyor.
Paris başlangıcı...
2005 yılının 27 Ekim akşamı Paris’te göçmenlerin yaşadığı bir banliyöde kimlik kontrolü yapan polisten kaçan Afrika kökenli Zyed Benna ve Bouna Traore bir elektrik trafosuna sığınırlar ve elektrik çarpması sonucu ölürler. Paris, 2005 yılında bu olayla başlayan en büyük banliyö ayaklanmalarına sahne olur. Burada dikkat edilmesi gereken husus, o tarihte bu olaylara karışan gençlerin -ölenler dahil- 20 yaş civarında ve işsiz olmalarıdır. Avrupa’daki genç işsizlik göçmen nüfus içinde yüzde 50’lerin üzerine çıkarken, genel olarak da yüzde 40’lara varmaktadır. Bilindiği gibi Amerika’da da benzer olaylar siyah yoksul nüfusun yaşadığı eyaletlerde meydana gelmişti.
Burada iki önemli ekonomik gerçeklik vardır; birincisi, Avrupa, başta göçmen genç nüfus olmak üzere, artık kendi sınırları içinde yaşayan kesime istihdam ve sosyal imkân sağlama şartlarını yitirmiştir. İkincisi, 2008 krizinin ne denli derin ve sarsıcı olduğu ve bunun tam anlamıyla bir gelişmiş dünya -Batı- krizi olduğu bugün ortaya çıkmaktadır.
Ancak, Paris’te 2005 yılında başlayan ayaklanmalar, krizin derinleşmesine ve 2008 büyük kriz dalgasıyla buluşmasına rağmen tekrar etmedi. Çünkü Paris gibi Batı metropollerin banliyölerindeki bu kızgın ve kimliksiz genç nüfus, Ortadoğu’da birdenbire ortaya çıkartılan DEAŞ gibi terör yapılarına katılarak öfkelerini dindirmeyi seçtiler. Böylece DEAŞ gibi paramiliter terör örgütlerini ortaya çıkartıp, finanse edenler bir taşla birçok kuş vurmuş oluyorlardı.
Birincisi, Batı metropollerindeki genç nüfusa adres göstererek buralardaki spontan ayaklanmaları önlüyorlardı, ikincisi, terörün insan kaynağını kendi topraklarından yeniden doğuya ihraç ederek yeni dönemin savaş araçları olan paramiliter terör örgütlerini kuruyorlardı. Üçüncüsü, bu örgütleri Doğu ile kültürel olarak ve daha spesifik olarak da İslam’la ilişkilendirerek yabancı düşmanlığı için kamuoyu oluşturuyor yeni bir devlet kaynaklı faşizmin ve buna bağlı içe kapanmanın temellerini atıyorlardı.
Bu anlamda geçen gün Brüksel’de gerçekleşen terör olayları, tabii ki Türkiye’ye yönelik terör saldırısından ayrı değildir ama bu terör silsilesinin ilk ortaya çıktığı zaman ve mekânlara baktığımızda karşımıza iktisadi ve sosyolojik olarak oldukça anlamlı bir tablo ortaya çıkar.
Ne yapmalı?
Bu durumda Türkiye, başta AB ve ABD olmak üzere, Batı ile olan ilişkilerini hangi düzlemde ele alacak ve şimdiki terör sorununun, aslında bir Doğu ve İslam sorunu olmadığını, tam aksine, Batı’nın yıllardır süren tutumunun günümüzdeki sonucu olduğunu nasıl anlatacaktır? Sanıyorum, bu sorunun cevabı bizim tam şimdi tartıştığımız iktisadi ve siyasi konularla doğrudan bağlantılı...
Örneğin, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinden başlamak üzere, Ortadoğu politikaları ve ABD ile yeni dönemdeki ilişkileri, hiç şüphesiz ki eskisinden farklı olacaktır. Ama bu farklılık, Türkiye için sistemik bir değişikliğe de tekabül etmelidir. Türkiye, bu yeni dönemi, hiç şüphesiz ki bir önceki yüzyıldan kalan kurumlarla ve anlayışla karşılayamaz, böyle olunca da yeni dönemin bir savaş yöntemi olan terörün maddi ve manevi kurbanı olur.
Size ilk bakışta alakasız gelebilir ama mesela şu sıralar yapmakta olduğumuz merkez bankası tartışması bile, tam anlamıyla, böyle bir tartışmadır. Türkiye, eski vesayetçi kurumları ve anlayışı tasfiye etmezse üzerine gelen bu fiziki, ideolojik saldırılar karşısında çaresiz kalır ve eskiden olduğu gibi Batı’nın kendisine dayattığı çözümleri kendi çözümü olarak anlar.
Türkiye’de AK-Parti iktidarları, geçmişten gelen vesayetçi anlayışı ve siyaset tarafındaki kurumsal tahakkümü büyük ölçüde geriletti. Ancak burada başta ekonomik vesayet ve onun kurumları olmak üzere birçok vesayet alanı, 82 Anayasası’nın şemsiyesi altında korunuyor.
Mesela, bütün bu gelişmelerden sonra sizin merkez bankası dünyada hiçbir şey olmamış gibi yapıyorsa ve hâlâ biz merkez bankasında eski vesayetçi anlayışı devam ettirmeye kalkıyorsak, başımıza gelenler için, önce tam buralara bakmamız gerekir.