Geçen hafta “The Economist” dergisinde Suudi Arabistan’ın ne yapmak istediğini tartışan hayli ilginç bir yazı vardı; yazar, “Petrol fiyatlarını önemsemiyoruz, 30 dolar ya da 70 dolar, bizim için çok fark etmiyor” diyen genç Prens Muhammed bin Salman’a şaşırarak yazıya başlıyor ve öyle devam ediyordu. Veliaht Prens’in, düşen petrol fiyatlarının Suudi Arabistan için milyarlarca dolara mal olmasına rağmen, böyle nasıl böyle konuştuğunun sorgulanmasını isteyen yazar, şu önemli (!) tespitleri yapıyor: “Suudi politikası onlarca yıldır, Petrol Bakanı Ali el-Naimi gibi usta müzakereciler tarafından idare edildi. Şimdi ise bu politika, düşük petrol fiyatlarının ekonomik reform çabalarına katkıda bulanacağına ve Suudi Arabistan’ın ezeli rakibi İran’ı zayıflatacağına inanan 30 yaşında bir Prens’in kontrolü altında.” Yani Economist, 30 yaşında, bu işler için “çocuk” sayılacak bir Prens’in hem bu işlerin altından kalkamayacağını ima ediyor hem de Suudi Arabistan’daki bu yeni ekonomi-politikası değişikliğine şaşırıyor.
Bize hiç de yabancı gelmeyen bu serzenişlerin bir müddet sonra şaşkınlıktan çıkarak kızgınlığa hatta düşmanlığa dönüşeceğine emin olabilirsiniz.
Aslında Suudi Arabistan’ın tam şu sıra yapmak istediği hayli geciken bir hamle. Prens Salman’ın açıkladığı “Ulusal Dönüşüm Planı ve Vizyon 2020” stratejisi, yalnız enerji satışı ve finansal faaliyetlere dayanan ülke ekonomisini çeşitlendirmeye ve ihraç edilebilir tek mala bağımlı olmaktan çıkarmaya dönük rasyonel bir girişim.
Bu çerçevede Suudi Arabistan, ulusal petrol şirketi Aramco’nun halka arzını gündeme getirdi. Bu, hamle bile tek başına Economist’in başını çektiği medyanın karamsar şaşkınlığı için yeter aslında. Çünkü Aramco’nun henüz tam açıklanmayan hidrokarbon rezervleri ve diğer varlıkları bu arzla açık hale gelecek; bunun da anlamı, bu piyasanın altüst olması yani yeniden fiyatlanmasıdır. Şu an en büyük olan Exxon-Mobil’in ne olacağı, nereye kadar gerileyeceği de ayrı hikâye. Aramco’nun iki trilyon doların üzerinde olduğu tahmin edilen büyüklüğünün şeffaflaşması, Suudi Arabistan ekonomisinin de dışa tam açık bir ekonomi olması anlamına gelir. Böyle olunca dolara sabitlenmiş riyal de burada kalamaz. Şimdi yalnız bir şirketi bile trilyonlarca dolar eden Suudi Arabistan parası ve Çin parasının dolar ve euro ile birlikte serbestçe dalgalandığı bir dünya ekonomisinde, dolara dayalı rezerv para sistemi sizce ne kadar yürür...
Bitenler, başlayanlar
2. Dünya Savaşı sonrası kurulan ve ABD’nin siyasi ve ekonomik hegemonyasının en önemli müessesesi olan Bretton-Woods Sistemi’ni şimdiye değin ayakta tutan en önemli yapılardan biri, Suudi-Arabistan merkezli petro-dolar sistemiydi. Şimdi bu sistem tarihe karışıyor ve böylece dolara dayalı rezerv para sisteminin en önemli kalelerinden biri de yıkılıyor.
Şimdi genç Prens Salman’ın başına bir şey gelmezse Suudi Arabistan, hem kendisi için hem de dünya ekonomisi için çok önemli bir adım atacak. Esasında Suudi Arabistan’ın hayli geç kalmış bu hamlesi, bu yüzyılın başında Pasifik Asya’da Çin ve G. Kore gibi ülkelerle başlayan sonra Latin Amerika’da Brezilya, Arjantin ve Şili’de devam eden yeni bir kalkınma paradigmasına tekabül ediyor. Hiç şüphesiz ki Türkiye de bu kalkınma hamlesine, bize göre, 2008’den sonra Erdoğan’la katılmıştır. Yine Japonya’da Şinzo Abe iktidarları da 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan ekonomik hegemonyaya bayrak açan hükümetlerdir.
Tam burada şu tespiti yapabiliriz; dünyanın doğusunda ve güneyinde, bir önceki yüzyılda Batı güdümünde olan gelişmekte olan ülkeler, bu baskıdan kurtulup yeni “bağımsız” bir yolu buluyorlar ve bu ülkeler, bu döneme özgü liderleri ve siyaseti de üretiyorlar.
Öte yandan, hem Kara Avrupası hem de Anglosakson tarafındaki geleneksel siyasi akımlar yeni liderler üretemiyor. Çünkü buralardaki ana siyasi akımlar, içine girdikleri krize uygun politikalar üretmekten aciz.
Yeni ekonomi...
Kara Avrupası’ndaki sosyal-demokrat hareket ve onun savunduğu sosyal-devlet tezi çökmüş durumda, sağ taraftaki partiler de örneğin Almanya’daki Hıristiyan Demokratlar, sosyal demokratlardan beter. İngiltere’de ise hem soldaki İşçi Partisi hem de iktidardaki Muhafazakâr Parti can çekişiyor.
ABD’deki durum artık trajikomik seviyede; Donald Trump’ın adaylığı ve buralara gelmesi bile ABD’deki siyasi çürümüşlüğü anlatmaya yeter.
Böyle olunca, mesela İzlanda’da Korsan Partisi gibi partiler pekâlâ ana akım siyaset yerine geçmeye hazırlanıyor ya da Almanya’da Naziler faşizmden bu yana ilk defa bu kadar geniş kitle tabanına ulaşıyor.
Ama burada şunun altını çizelim; artık siyasi mevta olmakta olan bu politik akımların savunduğu iktisat anlayışını biz hangi başlıkta toplarız: Neoliberalizm; bugün Sosyal Demokratlar da buradadır, Hıristiyan Demokratlar da...
Şimdi Türkiye’de de buraya bakmakta yarar var...