Türkiye’deki ekonomik görünüm ve ekonominin geleceğiyle ilgili olarak yapılan değerlendirmelerin, bakış açısına, politik duruşa göre farklılık gösterdiğini biliyoruz. Yani bardağın boş tarafı ile dolu tarafının anlatılması meselesi...
Şu an önümüzdeki makro ekonomik veriler enflasyon, işsizlik, cari açık ve bu temel değişkenlere bağlı olarak, kur, faiz görünümleri, Türkiye benzeri ülkelerle ve Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeyle karşılaştırıldığında, bize bardağın dolu tarafını anlatır. Örneğin, dün gelen dış ticaret verileri, ikinci çeyrekte de büyüme trendinin sağlıklı olarak yukarı çıktığının işaretini veriyor. Haziran ayında dış ticaret açığı yüzde 9.1 olarak azaldı ve ihracatın ithalatı karşılama oranı da geçen yılın aynı ayına göre yüzde 66.1’den yüzde 68.7’ye yükseldi. Öte yandan, mevsim etkilerinden arındırılmış ihracat yüzde 2.5 artış gösterdi. İkinci çeyrek ve sonrasında da ihracatın, Avrupa krizine rağmen, büyümeye pozitif katkı yapacağını öngörüyoruz.
KGF kalıcı...
Öte yandan, Kredi Garanti Fonu, (KGF) ikinci ve üçüncü çeyrekte sanayi ve ihracatı destekleyen önemli bir faktör olarak devreye girecek. Yeri gelmişken hemen belirtmek isterim ki KGF, Türkiye ekonomisi için bir “dönem” pansumanı olarak devreye sokulmuş bir yapı değildir. KGF, ekonominin finansmanı için yeni bir yoldur ve bu yol derinleştirilerek devam edecektir.
Türkiye’deki banka sistemi bu hususu çok iyi hesap etsin. KGF ile ipoteğe dayalı çağ dışı teminatlandırma sisteminden proje risklerini kredi riskine dönüştüren, banka sisteminin alacak yapısını -dolayısıyla aktif tarafını- kuvvetlendiren yeni bir bankacılık anlayışına adım attık. Şimdi bu yeni adımı, çıkarları öyle diye, anlamak istemeyenler, eski komisyon-faiz soygununu sürdürmek isteyenler karalamaya çalışabilir, özünden saptırarak anlatmaya çalışabilir. Bunların hiç öneminin olmadığını göreceğiz...
TVF devrede..
Çok yakında, KGF gibi, Türkiye’nin yeni dönem kurumlarından biri olan Türk Varlık Fonu, (TVF) Türkiye ekonomisinin hatta küresel sistemin çok önemli bir oyuncusu olduğunu dosta düşmana gösterecek, bu dönemde TVF’yi de ilgiyle izleyelim. İşte biz KGF, TVF gibi yeni dönem kurumlarını, Türkiye ekonomisinin potansiyelini ortaya çıkartacak biçimde, hızla işlevlendirirsek, hiç şüphesiz yeni bir kalkınma hikayesini de ortaya çıkarmış oluruz.
Yeni Orta Vadeli Program (OVP) toplantılarının başladığı şu günlerde, Türkiye’nin kapsayıcı büyüme ve hedefleri konusunda iddialı olması gerektiğini, OVP hedeflerinin vasat, günü geçiştiren, silik hedefler olmamasını diliyorum. Yalnız bunun için, yukarıda işaret etiğim, yeni bir kalkınma hikâyesine ihtiyacımız var. Eğer bu kalkınma hikâyesini ortaya çıkartabilirsek, iddia ediyorum ki ekonomide bardağın boş tarafı da dolmaya başlar.
Tasarruf derken...
Ama bunun için bazı yanlışlardan -ezberlerden- kurtulmak gerekiyor. Örneğin, Türkiye gibi ülkeler için dillere pelesenk olan bir tasarruf yetersizliği söylemi vardır. “Türkiye’de tasarruflar yetersiz, o zaman daha fazla kemer sıkmalıyız” cümlesi, hiç şüphesiz ki hem yanlıştır hem de elimizin tersiyle masadan aşağıya atmamız gereken bir anlayışın ilk cümlesi, temel argümanıdır. Bunun karşısında şunu söyleyeceğim: “Hayır, Türkiye’de tasarruflar yetersiz değildir; çünkü dışa tam açık -hele dalgalı kur rejimi uygulayan- bir ülkede iç tasarruf üzerinden bir genel denge modeli kurumazsınız.” Dışarıya tam açık, sermaye giriş çıkışlarının tam serbest olduğu, dalgalı kur rejimi uygulayan bir ekonomide tasarruf yetersizliği yerine, dış tasarrufları değerlendiremeyen, yetersiz, derinlikli olmayan bir finansal yapıdan bahsetmek işin doğrusudur. Biz yıllardır şu petro-dolarların (Körfez sermayesinin) neden Doğrudan Yabancı Sermeye (FDI) olarak gelmediğini, ancak Boğaz’da arsa, yalı almak üzere geldiğini konuşur dururuz. Bırakın Körfez sermayesini, eğer esaslı bir banka sisteminiz, derinlikli para ve sermaye piyasalarınız yoksa içerideki birikimler -tasarruflar- da dışarıya gider. Burada önemli olan, doğru finansal mimariyi geliştirmektir; yoksa tasarruf açığı var diye, orta gelirlinin-yoksulun avucunun içindekini de çarpık banka sistemine aktarmak için ponzi zincirleri kurmak, ha bire faizleri yükseltmek, ücretleri düşürmek, çağ dışı kemer sıkma politikaları uygulamak “iş’ değildir.
Zaten bu “kemer sıkma” politikalarını, Joseph Stiglitz, 2012’de yayımlanan Eşitsizliğin Bedeli (The Price of Inequality) kitabında yerin dibine soktu.
Stiglitz, burada kemer sıkma politikaları için tarihe bakılmasını önerir.
Yani faizleri yukarı çekerek, para arzını dibe vurdurarak, orta-yoksul kesimlerin taleplerinin önüne geçerek ve kamuyu tamamen etkinsizleştirerek çerçevesi çizilen ekonomi-politikaları her zaman iflas etmiştir. Bir tane başarılı örnek bulamazsınız.
Geçen gün Prof. Dr. Dündar Murat Demiröz, güzel bir iç-dış denge meselesi yazısı yazmış ve şu cümleyle bitirmişti: “Türkiye tüketim/borçlanma ekonomisinden üretim ekonomisine dönecek, (...) bir Milli Ekonomi Programı’na ihtiyaç duymaktadır. Dünyada çökmekte olan Atlantik sisteminin ekonomi politiği de çökmektedir.” Benim demek istediğim de tam budur.