Bütün iktisadi kriz dönemleri, aynı zamanda, ideolojilerin de krizinin derinleştiği dönemlerdir. Böyle zamanlarda eski paradigmayı ayakta tutan ideolojiler, eski yaldızlı boyalarını üstlerinden akıtarak birer safsataya, hurafe yığınına dönüşürler.
O zamana dek üniversitelerde, medya imparatorluklarında, devletlerin bürokrasisinde, sistemi ayakta tutan bütün kurumlarda kariyer, parasal imkân, mevki için ölümüne savunulan hatta “bilim” diye yutturulan ne varsa, bunları savunanların ikiyüzlülüğü, riyakârlığı da açığa çıkar bunların tümü hayatımızdan çekip gider.
Şimdi bakıyorum da, şu günlerde ekonomide olan her gelişme, açıklanan her veri, her krizden çıkma çabası, arkasında eskiyen ideolojik safsatalarla birlikte “insan” enkazları da bırakarak devasa bir hayat çöplüğüne dönüşüyor.
'Liberalizm' derken...
80'lerin sonundan itibaren, Berlin Duvarı'nın çökmesi ve Sovyetler'in tarih sahnesinden silinmesiyle birlikte, küresel beyaz “devrimle” pür “liberalizmin” tarihin ve insanlığın sonu olarak bundan sonraki tek mutlak iktisadi ve politik gerçeklik olacağını söyleyenler ve bunun bayraktarlığını yapanlar, bu “ideallerin” imparatorluğu olan ABD’nin, “Biz bu krizden küresel liberalizmle çıkamayacağız galiba” demesiyle hayli şaşkınlar. Yıllardır az gelişmiş ülkelere “liberalizm” satan IMF’nin Başkanı bile Trump’un korumacılık kararlarına isyan ederek, “Bu savaşın kazananı olmaz” dedi ama kendisini ABD’ye bir zamanların Şili’si, Arjantin’i, Türkiye’si gibi dinletemedi. Trump, kazanacağını düşünüyor. Ama can havliyle, “liberalizmi” öldürmeye çalışan Trump’ı günah keçisi ilan etmek kolaycılık olur.
Bu kriz ortaya çıkardı ki Batı’nın “liberalizm” diye sattığı ideoloji, aslında başından beri devletin merkezde olduğu, serbest piyasa diye anlatılan mekanizmayla uzaktan yakından alakası olmayan tekelci sistemin güzellemesi...
Liberal ideolojinin babalarından ünlü iktisatçı, filozof Friedric Hayek, Kasım 1936'da Londra Ekonomi Kulübü’nde bir ders verir. Sonra makale olarak da yayımlanan bu derste Hayek, iktisatçıların Smith’ten bugüne dek iş bölümünün önemini kavradıklarını ama bilginin her yere ulaşmasının ve bunun bütün insanlık tarafından eşit koşullarda elde edilmesinin önemini kavramadıklarını öne sürer. İşte ideoloji böyle bir şeydir; insanlığın bir tarafı, yani zulme uğrayan ve imkânları ellerinden alınanlar, başından beri koşulların eşitliğinin önemini biliyorlardı. Ancak, ne zaman bunun için ayağa kalksalar ve hâkim ideoloji dışında bir şey ortaya atsalar, “liberal dünyanın” işleyişini bozmakla suçlandılar ve mahkûm edildiler.
Yıllardır bütün uluslalararası platformlarda sahte liberalizm şampiyonluğu yapanlar, korumacılığın küresel sistemin en büyük düşmanı olduğunu söyleyenler, aslında yalnız kendileri için liberalizm istemiş.
Hangi DTÖ, hangi AB...
Bugün, Türkiye dahil olmak üzere, gelişmekte olan ülkeler, bu tarihi sahtekârlığa dur demelidir. Örneğin, hâlâ Batı’nın korumacılık hezeyanları karşısında Türkiye, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve AB regülasyonlarına bağlı olarak hareket edecektir diyenler, hiç şüphesiz ki çöpe giden bir ideolojinin de esirleridir.
Ben bunlara hangi DTÖ, hangi AB diye sormak istiyorum. DTÖ, en son Doha’da kalmıştı. O zaman (2006 yılında) DTÖ Başkanı Pascal Lamy, “Doha turu, BM bin yıl hedefleriyle uyumlu ve gelişmekte olan ülkelerin çabalarına destek olabilecek bir girişimdir. Doha’nın başarısızlığı, korumacılığın yayılmasına ve jeopolitik risklerin, huzursuzlukların (siz bunu savaş diye okuyun) artmasına yol açacaktır. Ve herkes kaybedecektir” diyordu ama bu demeç bile tarihi bir ikiyüzlülüktü. Doha’da gelişmekte olan ülkelerin taleplerini görmezden gelenler Lamy ve yandaşlarıydı. DTÖ’de gelişmekte olan ülkeler, kendi çıkarlarını masaya getirince DTÖ’yü bitiren Batı’nın ta kendisidir.
Öte yandan, Türkiye’nin AB ile Gümrük Birliği meselesi ne oldu? AB, her konuda olduğu gibi, bu konuda da tarihi bir ikiyüzlülükle işi süründürürken, Türkiye, hangi AB regülasyonuna bağlı korumacılık önlemi alacakmış? Şunu itiraf edin; “Siz Batı’nın içimizdeki enkazlarısınız.”
Cari açık meselesi...
Öte yandan, şu faiz, dış açık konusundaki tartışmaları da ibretle izliyoruz.
Türkiye, bunların “öngörüsü” dışında büyümeye başladığı zaman hemen cari açık verileri beklenir ve cari açık “sorunu” masaya yatırılır ve enflasyon “sorunu” ile birleştirilerek faizlerin daha da yükselmesi, kemerlerin sıkılması hep bir ağızdan dillendirilir. Esasında cari açıktan, kronik enflasyona değin bütün tartıştıkları bu sorunlar, bunların yıllardır bize dayattıkları ve “bilim” diye yutturdukları (evet maalesef yutturdukları) çarpık bir ideolojinin sonucudur.
Mesela, Paul Krugman, sonunda bu safsatalara isyan etmiş bir iktisatçıdır ve Dinamik Teknolojik Açık Modeli ile, eğer gelişmekte olan ülkelerde, devlet bir sanayi politikası belirlemezse, özellikle yüksek teknoloji alanlarını yukarı çıkaracak, koruyacak politikaları geliştiremezse, sonsuza dek dış açık verileceğini, sonsuza dek de üst lige çıkılamayacağını anlatmıştır.
Geleneksel yaklaşım, (daha doğrusu sahtekârlık) her ülkenin veri teknolojik düzeyine göre, dış ticarete konu olan mallarda avantajlı olacağını söyler. Yani Türkiye, bugün orta üst teknoloji mallarda avantajlı ise, bunları ihtiyacından çok üretmeli ve burada net ihracatçı olmalıdır. Bu yaklaşım, teknoloji ligini sabitler. Bu durumda, Krugman’ın deyimiyle “ülkeler merdiveni” hiç değişmez ve teknoloji gecikmesi yaşayanlar ancak yoksullaşma pahasına (emek verimliliği ve tarımdan dışa kaynak aktararak) cari açık kapatır veya kısa dönem fazla verebilir. O halde, burada devletin müdahalesi gerekir ve bu piyasa yanlısı bir müdahale olur. İşte şimdi Pasifik Asya’dan başlayarak gelişmekte olan bunu yapıyor. Çin, yalnız emek verimliliğine ve tarımın yoksullaşmasına bağlı büyüme ve fazla verme politikasından yüksek teknoloji mallar ihracına bağlı fazla politikasına geçti. Güney Kore de bunu yaptı. Bu anlamda Türkiye de milli bir sanayi politikasıyla bu sıçramayı yapmanın eşiğindedir.
Türkiye’nin önündeki tek engel ise hâlâ iflas etmiş ideolojileri, akademiden devletin kurumlarına kadar her yerde savunan enkazlardır.