Bundan bir müddet önce İran, parasının temel rezerv paralar karşısında hızla değer kaybetmesinden paniğe kapılarak, parasının değerini yabancı para birimleri karşısında sabitlemiş ve döviz dolaşımını da kısıtlar getirmişti. O zaman İran’ın bu kararının tarihi bir hata olduğunu ve İran yönetiminin tam da onu bu yolla “sıkıştıran” ABD’nin istediğini yaptığını yazmıştık. Nitekim, yaptırımlar kalktığından beri ekonomisini dışarıya açmaya çalışan ve Avrupa dahil olmak üzere, bir çok gelişmiş ülke ile de yeniden yoğun bir ticaret alışverişine giren İran’ın bu hatası ona, şu zamana değin, çok pahalıya patladı. Ülke ekonomisi kısmen açık bir pazarı içerdiği için, döviz girişi ve dolaşımı devam etti. Ancak döviz, yasaklarla daha da kıymetli olduğu için, ikili bir para piyasası oluştu ve gerçek piyasadaki kur tutulamadı. İran bu hafta itibariyle tam da ABD’nin açıklamasından önce ve AB ülkelerinin "AB hukuku ve BMGK kararı uyarınca İran ile meşru ticaret yürüten Avrupalı firmaları koruma konusunda kararlıyız" açıklamasıyla birlikte döviz yasaklarını kaldırdı ve piyasada oluşan fiyata merkez bankasının müdahale etmeyeceğini deklare etti. İran merkez bankası başkanı Himmeti, döviz fiyatlarının arz ve talep tarafından belirleneceğini söyledi ancak Himmeti’nin şu cümlesi hepsinden önemli idi: “Amerikalıların yaptırımlara başladığı gün biz de ekonomimizi serbestleştiriyoruz”
İran, şimdi yapması gerekeni yapıyor ve ABD’nin yaptırım kararına vermesi gereken en iyi ekonomik cevabı da vermiş oluyor. İran’ın bu kararı, AB ülkelerinin “İran’la ticaret yapan AB şirketlerinin arkasında duracağız” açıklamasıyla ABD’nin yaptırım kararına en büyük darbeyi vurmuş oldu. Bu saatten sonra ABD’nin orta vadede, pek yaptırım gücü yok. Çünkü deyim yerindeyse “atı alan Üsküdar’ı geçti” Dünyanın geri kalanının İran’la serbest ticareti ve İran’ın enerji piyasalarında serbest alım satım yapılabilmesi, para ve sermaye piyasalarının oluşmaya başlaması ABD’yi, oyunda yalnız bırakacak ve kararının havada kalmasını sağlayacak tek seçenektir. Göreceksiniz artık bu saatten sonra ABD’nin kararı “laf olsun torba dolsun” kararıdır.
Piyasa-Demokrasi ve ABD
Tabii bu arada şunu da sormamız gerekir; ABD, gerçekten dünyanın her tarafında serbest ticaretten ve bunun siyasi izdüşümü olan demokrasiden yana mı? İran’ın kapalı bir ekonomi olarak tecrit edilmesi onun, siyasi olarak da, dışa açılmasını, demokratikleşmesini geciktirmez mi? Böyle olunca da Ortadoğu’da sular durulur mu? Bu soruların cevabı olumludur ancak ABD’nin, bütün tarihi boyunca serbest ticaretten ve demokrasiden yana olduğu doğru değildir.
ABD, şimdiye değin bütün gücünü ve dünyaya sattığı “özgürlük” yalanını hem ekonomide hem de siyasette serbesttiyetten almadı. Ünlü ABD’li belgeselci Michael Moore’nun dediği gibi soykırımla doğan, içeride kölecilik ve dışarıda yeni sömürgecilikle devam eden bir ülke, tabii ki tarihinin hiç bir döneminde gerçek anlamda serbest piyasadan-herkes için açık bir ekonomiden- ve siyaseten de demokrasiden yana olmadı.
Açık ekonomi ve refah
İktisat bilimi, içinde bulunduğu sistemi-tarihsel bağlamı da içerecek şekilde- açıklar. Bu anlamda yasalarını ve kurallarını üretir. Şimdiye değin, makroiktisat denilen alanın, sistemin şu anki işleyişi ile ilgili ürettiği en önemli yasalardan birisi de, açık bir ekonomide, sonuç olarak, bağımsız para politikaları, sabit döviz kuru ve açık sermaye hareketlerinin eş anlı olarak sürdürülemeyeceği gerçeğidir.
Bu yasaya açık ekonomilerdeki imkansız üçlü de denir. Bu üçünden ancak ikisine sahip olabilirsiniz. Örneğin bağımsız para politikasıyla sabit döviz kuru sistemi uygularsınız ancak burada ekonominiz sermaye hareketlerine açık olamaz. Ya da sabit döviz kuru uyguluyorsanız ve sermaye hareketlerine açıksanız parasal bağımsızlıktan söz edemezsiniz. İran örneğine yine dönecek olursak yerel paranızın fiyatını, döviz fiyatlarına karşı sabitlerseniz, ülkeyi sermaye girişlerini de kapatmış olursunuz. Yani ABD ambargosu gelmeden siz bunu kendiniz yapmış sayılırsınız. Ancak sermaye girişleri ve para ve sermaye piyasalarını için serbestiyet tanırsanız, yerel paranın fiyatı diye bir derdinizin de olmaması gerekir.
Esasında dünya sistemi 1931’de altın standardı sistemini bıraktı ve 1944’ten itibaren de resmen, Bretton-Woods sistemi ile birlikte, doların genel eşdeğer olduğu kaydi para sistemine geçti. Altın standardında, sömürgelerin bağımsızlığı olmadığı için bu ülkeler için açık ya da kapalı bir ekonomi tanımını kullanamayız. Örneğin Hindistan’ın dışa açıklığı (hangi malları ithal edeceği ya da hangi hammaddeyi hangi fiyattan ana ülkeye aktaracağı) tamamen İngiltere’ye bağlı idi. Bu durumda şu temel bir tezdir: Bağımsız olamayan bir ülke, hiç bir zaman dışa tam açık ve serbest piyasa ekonomisinin işlediği bir ülke de olamaz. Devamla, altın standardında, sabit döviz kuru sistemlerinin geçerli olması gerekirken, kaydi para sisteminde açık ekonomilerin ve dalgalı döviz kuru sistemlerinin geçerli olması gerekir. Ancak özellikle, Türkiye dahil olmak üzere, gelişmekte olan ülkeler, yakın zamana değin, sabit ya da yarı dalgalı kur rejimleri uygulayarak, yerel paralarını, kolay borçlanmak, kolay ithalat yapmak ve sanayi dışında bir ekonomi oluşturmak doğrultusunda, değerli tutmuşlardır.
Burada 2. Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıktığı için ABD’nin siyasi baskısına maruz kalan ama ekonomide bildiğini okuyarak farklı bir yol izleyen ve tabii çok farklı sonuçlar alan bir Japonya vardır. Ben Japon yeninin, savaş sonrasından bugüne, hiç değerli olduğunu hatırlamıyorum.
Ama ABD’nin sözüm ona “liberal” dayatmalarını takip edenler, ABD ve takipçilerinin iddia ettiğinin tam aksine, piyasa dışı, kapalı sömürge ekonomisi kısır döngüsünü getirmiştir. Bu ekonomiler, hızla dışa açılma ve serbest döviz kuru, sermeye serbestiyeti rejimlerine geçtiklerinde ise, küresel rekabet güçlerinin yetersizliği, ihraç mallarındaki rekabet dezavantajı ve mali piyasalarının sığlığı yüzünden, doksanlı yılların başından itibaren, finansal krizler (döviz yetersizliği) krizleri ile karşılaşmışlardır.
Ancak tam şimdi bu eşiği aşıyoruz. Sancılı da olsa, tam dışa açık, sermaye giriş çıkışlarının sonsuz serbest olduğu ve bağımsız para politikasının uygulandığı ekonomiyi inşa ediyoruz. Burada tabii ki kur, teknik olarak da siyasi olarak da bir hedef olamaz. Teknik olarak hedeflememiz gereken rekabetçi, açık, teknoloji verimliği yüksek bir ekonomi, sürdürülebilir bir büyümedir. Siyaseten de hedef, adil bir gelir dağılımı ve refah olmalıdır. Bunun siyasi karşılığı ise yüksek katılımın olduğu yeni bir demokrasi ve milletin doğrudan iktidarıdır.