15 Temmuz şüphesiz ki, Türkiye için olduğu kadar dünya için de çok önemli tarihtir. Burada üzerinde durmamız gereken üç önemli nokta vardır; birincisi darbeyi yapmaya çalışan FETÖ örgütünün yapısı, tarihi geçmişi ve liderinin konumu, ikincisi de bu darbeye sivil direnişin kapsamı ve derinliği, üçüncüsü ise bu darbe girişiminin uluslararası ayağı ve FETÖ’nün arkasında hangi “karanlık” sermaye kesimlerinin olduğu...
Esasında bu üç husus bu darbe girişiminin bize ekonomi-politiği de anlatır.
FETÖ’nün dış aklı
Darbeye girişen ve TSK içinde yapılanan örgütün dış bağlantıları, liderinin ABD’de yerleşik olması ve buradaki “karanlık” konumu ile darbe sırasında ve sonrasında özellikle ABD ve Alman medyasındaki yorumlara baktığımızda, darbe girişiminin boyutlarını, bu darbenin nereye dayandığını ve hangi sermaye güçlerine bağlı olarak gündeme geldiğini çok rahat okuyabiliriz.
Örneğin 15 Temmuz’da bir Washington Post analizinin başlığı şöyle idi; “Türkiye’de darbeyi önlemek daha fazla demokrasi getirmeyecek.” Yine başından beri Erdoğan ve Türkiye karşıtı cephede olan ve hangi karanlık sermaye güçlerini temsil ettiğini çok iyi bildiğimiz New-York Times de tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şekilde darbeyi önleyen ve 250 şehit veren halka, FETÖ ağzıyla hakaret ediyordu; “Erdoğan’ın destekçileri birer koyun ve o ne derse onu takip ediyorlar.” Alman DieWelt gazetesi ise hemen darbe girişiminin ertesi günü ise şu manşeti atıyordu; “Türkiye’nin krizi: Asıl darbe şimdi başlıyor.” Bu yorum ve başlıklara dikkat ederseniz bunlar, darbe girişimi ve sonrasında FETÖ terör örgütünün dünya kamuoyu önündeki argümanlarıdır. Ama burada dikkat çekici olan şudur; bu argümanları önce bu medya dillendirmiş sonra bunlar FETÖ’nün-neredeyse- sloganı olmuştur.
Alman DieWelt’in manşeti daha sonra FETÖ’nün “kontrollü darbe” tezinin ilk versiyonu ve çıkış noktasıdır. Hükümetin darbe girişiminden hemen sonra zorunlu OHAL ilanı, ki bu 20 Temmuz tarihine denk gelir, FETÖ ve takipçileri tarafından, “işte asıl darbe 20 Temmuz, 15 Temmuz da kontrollü darbe idi” tezini gündeme getirmiştir. Bu tezi şu günlerde CHP’nin ve onun liderinin savunduğunu görüyoruz. Dolasıyla darbe girişiminin birinci yılında darbenin arkasındakiler, olduğu gibi, kendisini ele veriyor.
Karanlık geçmiş...
Şimdi tam burada darbe girişimini yapan FETÖ’ye ve onun liderine bakalım. Fettuhlah Gülen’in İzmir’de vaizlik ile başlayan karanlık hikayesi Türkiye’nin, askeri darbelerle, darbe yönetimleri de olmadığı zamanlarda da, askerin ve darbe kurumlarının politik vesayeti ile yönetildiği yılların başlangıcına dayanır. 1960 darbesini takip eden yıllarda Gülen örgütlenmesi, Türkiye’nin batı illerinden başlayarak dini görünümlü bir teşkilat olarak kendini göstermeye başlamıştır. Bu yapı, 12 Mart, 12 Eylül gibi kanlı askeri darbelerde, darbecilerin yanında yer almış darbe karşıtı demokratik sivil toplum hareketlerini boğan, ihbar eden faaliyetler içinde olmuştur.
12 Eylül darbesi öncesi Fettuhlah Gülen, İzmir’de vaizlik yapıyordu. Darbeden hemen önce verdiği vaazlara herkesin bakmasını öneririm. Gülen bu vaazlarda orduya açıktan darbe çağrısı yapıyor ve o zamanki üniversite gençliğinin -eğer kendi çizgilerine gelmezlerse- ortadan kaldırılmaları gerektiğini öneriyordu. Gülen’in bu öğütlerini daha sonra 12 Eylül darbesini yapan faşist generaller aynen uygulamıştır. Darbeden sonra birçok genç insan cezaevlerinde, göz altılarda ortadan kaldırılmıştır.
Evet, 12 Eylül 1980 öncesi ve sonrasında Türkiye’de binlerce insanın darbe güçleri ile ortadan kaldırılmasında o zaman dini görünümlü bir Gladio şefi olan Gülen’in payı vardır.
Gülen ve kanlı örgütü, daha sonra 28 Şubat darbesinde de etkin rol oynamış ve darbenin ideolojik-medya ayağını organize etmiştir ki, 28 Şubat darbesi, bir “post-modern” darbe olarak özünde bir medya ağırlıklı süreçtir.
Sonuç olarak Türkiye darbeler tarihine baktığımızda Gülen terör örgütü ve Fettuhlah Gülen hakkında şu sonuca varırız: Bu yapı ve bu terör yapısının başındaki şahıs, Türkiye’de faşist Gladio örgütlenmesinin çok önemli bir yeraltı ayağıdır.
AK Parti dönemi
Nitekim AK Parti’nin iktidara gelmesi ile örgüt stratejisini değiştirmiş ve Gladio içindeki ikiz kardeşi seküler-ulusalcı kanadı tasfiye etmek istemiştir.
Burada FETÖ’nün amacı ikilidir. Birincisi artık dünya ve Türkiye ölçüsünde bir meşruiyeti kalmayan ve demokrat kamuoyunda deşifre olan Gladio kanadını devlet ve ordu içinden tamamen tasfiye edip hem orduya, hem de devlete tek başına hakim olmak. İkincisi ise bunu yaparak kendi meşruiyetini en üst düzeye çekmek ve kendisini, darbe karşıtı, demokrat, saygın, dış dünya ile barışık, seküler hassasiyeti yüksek sivil-dini bir sivil toplum yapısı olarak tanıtmak. FETÖ tam bu yıllarda kendisine bu amacı güçlendirecek şekilde “hizmet hareketi” adını vermiş ve bir dini yapıyı çağrıştıran “cemaat” sıfatını reddetmiştir. Çünkü tasfiye etmeye çalıştığı seküler ikizinin yerini, her anlamda, almak istemektedir.
Yine bu tarihlerde, özellikle 2008-2012 arası dört yılda, AK Parti’nin kapatma davası sonrasında FETÖ, AK Parti’ye karşı eski darbeci güçlerin aldığı pozisyonu çok iyi kullanmış ve bir çok operasyonu, bu siyasi meşruiyeti öne çıkartarak gerçekleştirmiştir. Bu süreçte FETÖ, 12 Eylül ve 28 Şubat görünümünden daha farklı olarak, “liberal” bir görünüm almış ve bu görünüm ile meşruiyetini sağlamış, örgütlenmiştir. Bu şartlara göre “bukalemun” vaziyeti bile, tek başına, FETÖ’nün Gladio-faşist özünü açığa çıkarmaktadır.
FETÖ, bu tarihsel dönemde, operasyon çektiği yapılara ve güçlere yıkacağı çok farklı kanlı eylemleri de, devlet içindeki karanlık yapısı ile, gerçekleştirmiştir. Bunların en ünlüsü ve en sarsıcı olanı, hiç şüphesiz ki, Hrant Dink cinayetidir.
FETÖ ile mücadele...
Bugün bu kanlı faşist örgütün bütün bağlantıları ve amacı açıktadır. Meczup görünümlü ama bir o kadar da tehlikeli olan örgüt lideri Gülen’e yakından bakanlar onun tarihe damgasını vurmuş, insanlık düşmanı faşist liderlerden örneğin bir Hitler’den ya da Mussolini’den çok farklı olmadığını anlayacaklardır. Öfke nöbetleri geçiren, aşırı ajitasyon haliyle yaşayan, sanrılar gören ve nihayet bütün faşist liderler gibi kendisini insan üstü bir varlık olarak telakki eden, tehlikeli ama insanlığın örneğini daha önce gördüğü bir eli kanlı faşisttir Gülen...
Bugün eğer Hitler yaşasaydı ABD onu böyle muhafaza eder miydi? O zaman Gülen’i neden koruyor... İşte bu soruya tüm dünya kamuoyu, insanlık yanıt vermelidir. Gülen ve faşist örgütünü savunmak, aynı zamanda, bir insanlık suçuna ortak olmaktır.
Bugün bu örgütü hangi sermaye güçlerinin desteklediği ve örgütün ekonomi-politik olarak da hem Türkiye’de, hem de dünyada neyi amaçladığı ortada.
Gülen küresel terör örgütü, Türkiye’de ve dünyada gerici sermaye güçlerinin son kanlı maşalarından birisidir. Gülen örgütü, 20. yüzyılın faşizmler ve dünya savaşlarıyla örülü karanlık tarafının bu günlere taşınmış faşist bir artığıdır. Bugün bu terör örgütünü destekleyenler, 1930’lardaki gerici Alman sermayesinin ve ekonomisinin, 80’lerde dünyanın başına bela olmaya başlayan ve şimdiki krizlerin ön önemli dinamiği gerici finans-kapitalin, Şili’deki Pinochet gibi diktatörlük ekonomilerinin yoksullaştırıcı ve sömürücü devletçi ekonomilerinin de destekçisi sayılmalıdır. Ya da tersi de doğrudur; mesela Şili’de Pinochet dönemi ekonomisini inşa eden neoliberal Milton Friedman’ın çağdışı tezlerini bugün savunanlar aslında FETÖ’nün ideolojinin tam ortasına savrulmaktadırlar. Bugün FETÖ ile mücadele, bu anlamda, çok yönlü derinlikli-topyekûn bir mücadele olmalıdır.
Çünkü FETÖ’nün arkasındaki sermaye, bütün bir 20. yüzyılı kana bulayan, en gerici sermayedir. Ama artık, FETÖ gibi örgütleriyle, tarihin çöp tenekesinde kanlı bir bez parçasından başka bir şey de değiller. Onlara son ve en unutamayacakları dersi 15 Temmuz 2016’da Türkiye verdi.