Hiç şüphesiz ki ortada iki ekonomi algısı var; birincisi finansal balon ekonomisi; bunu yaşamıyoruz, sadece konuşuyoruz ya da bize konuşturuyorlar; bir de konuşamadığımız ama yaşadığımız ekonomi var.
Bu yazıyı yazarken 2008’den beri şişirdikleri balonların kendi yüzlerinde patladığını gören finansçılar, Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed) toplantısında ne karar alacağını konuşuyorlardı. Aslında toplantıda ne olacağını isimlerini bildikleri gibi biliyorlar. Ama amaç patlamak üzere olan bir balonu biraz geciktirmek ya da yeni bir balon oluşturarak durumu biraz daha idare etmek olunca, hiç olmayacak opsiyonları bile piyasaya konuşturuyorlar.
Ama bütün bu kaldırdıkları toz duman arasından gerçekleri söyleyenler de oluyor.
Japonya...
Joseph Stiglitz, Başbakan Şinzo Abe’nin ekonomi paneline katılmak için Tokyo’ya gidiyor ve işsizliğe, özellikle hızla yükselen işsizliğe vurgu yaparak küresel ekonomi için resesyon tehlikesinin çok büyük olduğunu söylüyor. Stiglitz’in bunu ekonomi-politikaları konusunda Batı’nın hayli canını sıkmaya başlayan Japonya’da söylemesi söylediğinin içeriğinden daha da önemli.
Fed toplantısından hemen önce Japonya Merkez Bankası Kuroda, faizin teorik olarak eksi 0.5 seviyesine kadar düşebileceğini söyledi ve yen değer kaybetti. Japonya, Şinzo Abe ile birlikte, ekonomiden başlayan yeni bir siyaseti öne çıkarıyor. Yani Japonya, 2. Dünya Savaşı’yla kendisine dayatılan ABD paradigmasının dışına çıkıyor. Anayasasını değiştiriyor, kendisini durgunluğa mahkum eden ve sermaye ihracını kısıtlayan ekonomi politikalarını deliyor.
Batı, ilk önce bu çıkışın başarılı olamayacağını, Abenomics’in çok geçmeden iflas edeceğini ortaya attı; Abe’nin, “Washington Uzlaşısı”nı aşan yeni yoluyla “Abenomics” diye dalga geçtiler. Ama iddia ettiklerinin tam tersi oldu; Japonya “bildiğini okudu” ve ısrar etti, dolayısıyla, AB ve ABD ekonomisinden daha hızlı toparlanma işaretlerini vermeye başladı.
ABD’nin çıkmazları
Avrupa Merkez Bankası’nın geçen hafta açıklanan radikal çıkışı ve Japonya’nın negatif faiz ısrarından sonra Fed’in faizleri çok kolay artırması mümkün gözükmüyor. Bu hamleyi 1995’te yine bir Demokrat olan Clinton yapmıştı; “Ters Plaza Anlaşması” ile faizleri yükselten ve doları revalüe eden ABD, militarizmle ayakta duran Bush iktidarları dönemine başlamıştı. Bu süreçte özellikle Almanya ve Japonya’nın dünyaya ihracatı artarken, ABD’nin üst teknoloji ürünlerinde ve otomotiv gibi temel ürünlerde ihracatı düşmüş ve ABD ekonomisi açıklarını, suni bir şekilde yukarıda tutulan ve Çin gibi fazla veren ekonomilerden gelen dolar talebiyle finanse etmişti.
Şimdi Çin, ucuza ürettiği malları yok pahasına dünyaya satıp dolar talep etmiyor, tam aksine, sermaye ihraç ediyor ve Batı şirketlerini satın alıyor. Japonya, yüksek teknoloji mallarını, parasının değerini düşürerek ve uzun vadeli finansman sağlayarak -bütçe açıklarını da göze alarak- ucuzlatıp ihracatını artırıyor ve ABD’ye burada çok şans vermiyor. Peki, burada ABD’nin yapacağı nedir?
ABD’nin iki yolu var; birincisi eskiye dönecek yani Fed, 1995’te olduğu gibi, faiz artıracak, dolar değerlenecek, Almanya’ya ve Japonya’ya yol verecek ama bu yolun eskisi gibi çıkışı yok; çünkü artık bir Çin hatta G. Kore dinamikleri var. Çin ve diğer fazla veren ülkelerin eskisi gibi dolar talep edecekleri şüpheli. O halde ABD, için yeni bir Bush dönemi pek söz konusu değil. Hele Bush’un adeta bir karikatürü olan Donald Trump’un ABD’nin başına gelmesi, bize göre, çok zor.
Bunun için ABD, Ortadoğu ve Kafkasya’da Rusya ile “anlaşarak” yeni dönemin yani Hillary Clinton döneminin işaretlerini veriyor. Bu dönem, ABD için, Çin, Japonya ve Almanya ile rekabet ettiği ve İngiltere ile mümkün olduğunca sıkı ittifak yaptığı -birlikte davrandığı- bir dönem olacak. Bunun için ABD, Rusya gibi, gözüne kestiremediği ülkelerle, Soğuk Savaş döneminden daha sınırlı, bölgesel- yeni bir detant politikasına geçecek.
Terörün hedefi...
Bu anlamda Rusya’nın Suriye’den çekilme kararı ABD’den bağımsız değildir; Rusya’nın sınırlı çekilme kararı ve YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde federal bir devlet ilan edeceğini dillendirmesi, dahası Türkiye’ye yapılan ve neredeyse Türkiye’nin tümünü hedef olan son terör saldırısının aynı tarihlere denk gelmesi tesadüf değildir. Zaten PKK’nın sözde liderlerinden Cemil Bayık bütün bu planın taşeron terör örgütü olduklarını “Amacımız Erdoğan’ı devirmek” diyerek itiraf etmiştir. Erdoğan’sız bir Türkiye istemek, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, Doğu Avrupa’dan Kafkasya’ya kadar olan bölgede, Rusya’nın ve ABD’nin paylaşımının gereğini yapan yarı-sömürge, kavruk bir Türkiye istemektir. Zaten terörün ve onun arkasındakilerin amacı da, itiraf ettikleri gibi, budur.