Tam bugün şu soruyu sormanın zamanı gelmiştir: ABD’nin korumacılık hezeyanları, yeni bir dünya ticaret düzenini için fırsat olabilir mi?
İşin gerçeği, 2. Dünya Savaşı sonrası inşa edilen para sistemine eşlik edecek bir dünya ticaret sistemi, tam anlamıyla hiç bir zaman kurulamadı. Dünya ticaret sistemini gelişmiş ülkeler lehine düzenleyen Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması, (GATT) 1947 yılında Cenevre düzenlemesi ile oluştu ve 1986 yılında başlayarak 1994 yılına kadar süren Uruguay Round diye anılan kapsamlı düzenlemelerle, 1995 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüştü.
Hem GATT düzenlemeleri hem de daha kurumsal bir yapı olan DTÖ küresel ticaret düzenlemeleri, gümrük vergileri dışında, tüm ülkeler için adil ve kabul edilebilir bir sistemi geliştirememiştir.
DTÖ, 2001 yılında Doha’da başlayan Kalkınma Müzakerelerini, gelişmekte olan ülkelerin hak ve hukukunu, en azından, dengeleyerek sonlandırma başarısını da gösterememiştir. Dolayısıyla bugün bütün ülkelerin kabul ettiği bir üst küresel ticaret regülasyonu yoktur. Aslında, işin doğası gereği, bunun böyle olması da kaçınılmazdı.
Çember kırılıyor!
Çünkü, başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler, anti-korumacı düzenlemeleri yaparken, mutlak liberalizm ideali ile bunları yapmadılar. Gelişmekte olan ülkelerin, özellikle üst teknoloji alanlarında kendilerini tehdit edemeyeceğini düşündüler ve küresel ticarette liberalizmi buna bağlı olarak savundular. Bu arada kendi aralarında da, özellikle DTÖ kurulduktan sonra örtülü bir ticaret savaşına girdiler.
Yani şimdi IMF Başkanı Lagarde“Ticaret savaşının kazanını olmaz”diyor ama bu ticaret savaşı zaten 1990’lardan beri devam ediyor. Şimdi ise olan şudur; ABD, cari para sistemiyle sonsuza kadar kendisini finanse edemeyeceğini anlamış bulunuyor. Bunun için açıkların babası olan ticaret açığını, öncelikle vermemesi gerekecek. Ama aynı şey Asya ülkeleri karşısında açık veren tüm gelişmiş ülkeler için de geçerlidir. Gelişmekte olan ülkeler, David Ricardo’nun sanayi devrimi ile birlikte geliştirdiği mukayeseli üstünlük teorisini mutlaklaştıran çembere hapsolmuşlardı.Sanayi dışı ihraç edilebilir daha düşük katma değerli ürünlerde avantajlı olmak diye bir şey tabii ki söz konusu olamazdı. Şimdi bu çember kırılıyor, gelişmekte olan ülkeler, yeni endüstri devrimini yakaladıkça küresel ölçekte rekabet avantajını elde ediyorlar. Bu da yeni ticaret savaşlarının güncel dinamiğini oluşturuyor.
Demir mi Pamuk mu ağır?
Şimdi Trump’un dediği gibi ABD, demir-çelik ürünlerinde korumacılık uygularsa bunun cevabını alır. Örneğin Türkiye, bu adıma pamukla cevap verebilir dedik bir önceki yazıda. Türkiye’nin pamuk üretimi ile tüketimi arasındaki farka ve yıllar içinde üretim, ithalat ve tüketim grafiklerine baktığımızda, üretimin düştüğünü, tüketimin ise giderek artan bir grafik çizdiğini görüyoruz. Böylece Türkiye, ABD ve diğer tedarikçilerden giderek artan oranda pamuk ithal ediyor. Peki biz bu vesileyle içeride pamuk üretimini desteklersek ve daha az ithalat yaparsak, genel olarak endüstriyel tarımda da önemli bir adım atmış sayılmaz mıyız? Biz niye ABD’den yılda 1 milyar dolara yakın pamuk ithal ediyoruz; milli tarım çerçevesinde çok elverişli olan pamuk üretim havzalarını destekleyerek girdi maliyetlerinde ve ölçekte işletmeleri avantajlı hale getirirsek önemli bir verimlilik ve üretim artışı yakalarız. Bunun dışında Türkiye’nin Afrika açılımı çerçevesinde örneğin Mali’deki pamuk üretimi ve buradan ithalat teşvik edilebilir. Hem daha ucuz hem de daha kaliteli pamuk elde etmiş oluruz.
Cumhurbaşkanımızın son Afrika seyahatinde Mali’de vardı ve Türkiye, bu ülkelerde bu adımları artık çok rahat atabilir.
Ben önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bu ticaret savaşlarında hem AB’ye hem de DTÖ’ye çok fazla umut bağlamamasını tavsiye ediyorum. DTÖ, bir çok 2. Dünya Savaşı sonrası ABD tarafından inşa edilen, iktisadi kurum gibi bitmiş bir yapıdır. Ve yeni dünya ticaret sisteminin kurucusu olmayacaktır.
Yeni Dünya Ticaret Sistemi, Türkiye gibi yükselen ekonomilerin önce kendi bölgelerinde daha sonra değer gelişmekte olan ülkelerle yapacakları ikili ve çoklu ticaret anlaşmalarının sonucu olarak ortaya çıkacaktır.
Bunun dışında gelişmiş ülkelerin teknoloji transferi ve alışverişine koydukları açık ve örtülü sınırlamalar, orta ve uzun vadede önemsiz olacaktır ama kısa dönemde, her platformda bu haksız ve hukuksuz sınırlamalarla da mücadele etmeliyiz. Ekonomi güvenliği, ayrıca bu kapsamda ele alınmalı ve milli güvenliğin çok önemli bir unsuru sayılmalıdır.
Türkiye, başta savunma sanayi teknolojileri olmak üzere, bu alanda çok önemli adımlar atmıştır. Ve atmaya devam edecektir.
Sonuç olarak, dünya ekonomisi yeni bir döneme giriyor. ABD ve AB, krizi korumacılıkla aşmaya çalıştıkça daha derin ve içinden çıkılmaz bir krizle karşı karşıya kalacaktır. Ama bu, bizim gibi ülkelere de, yeni bir kalkınma yolunun kapılarını açacaktır. Yani IMF’nin dediği bir kez daha yanlıştır; “Bu savaşın kazananı olacaktır.” Yükselen ekonomiler artık kazanmaya başladılar.