Salı günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Trump ve Erdoğan arka arkaya konuştu. Esasında bu iki konuşma -Trump’ın sırasını kaçırmasıyla arka arkaya gelmesinden öte- bugün dünya siyasetinde ve ekonomisinde, nihai olarak, iki farklı felsefi anlayışı ve bu anlayıştan doğan iki farklı reel-politik anlatımı sunuyordu.
Trump konuşmasında çok sık olarak yurtseverlik vurgusu yaptı hatta bu kavramı küreselleşme kavramının karşıtı olarak kullandı ve doğrudan küreselleşmeye karşı olduğunu söyledi. Düşünün, parası dünyada temel rezerv para olan, yıllardır açık-liberal ekonomiyi tüm ülkeler için savunduğunu iddia eden bir ülkenin başkanı, hem de BM kürsüsünden, “Biz küreselleşmeye karşıyız” diyor.
Bu, akıl dışı bir konuşma, hatta bir savrulma. Peki, böylesine savrulmanın nedeni ne? Bunun için Trump’ın ABD’de hangi sermayenin temsilcisi olduğuna bakmak gerek.
Eski ve yeni...
ABD’de Reagan’dan beri yeni ekonomi -bilişim teknolojileri- ile eski demir-çelik-petrol-silah sanayileri arasındaki savaşın başkanları ve ABD politikalarını belirlediği söylenir. Bu yaklaşım hayli indirgemeci olsa da, nihai olarak, kabul edilebilir bir gerçekliğe oturuyor. Tabii bu denkleme finans sermayesini de eklemek gerek.
Esasında ABD’nin hâlâ içinden çıkamadığı 2008 krizi, şimdi Trump’ın can havliyle sahiplendiği geleneksel sektörlerdeki hızlı kâr düşüşünün finansal tarafta patlamasıyla ortaya çıktı. Çünkü çok uzunca bir süredir, geleneksel sektörlerdeki kâr düşüşünü, finans oligarşisinin oluşturduğu balonlar telafi ediyordu. Bir üzüm salkımı gibi birbirine bağlı saadet zincirlerinden (Ponzi yapıları) oluşan bu kâr balonları, en büyük balonun (mortgage sistemi) 2008’de patlamasıyla şimdiki krizi ortaya çıktı.
Esasında ABD’de başından beri sanayi sermayesiyle iç içe girmiş büyük grupların ve bunların şimdiki takipçilerinin büyük sistemik kriziyle böylece tanışmış olduk. Rockefeller, Du Pont, Mellon, Morgan, vb. “tarihi” grupların ve bunların güncel türevlerinin banka ve finans ve petrol-silah ayaklarının krizi, işin gerçeği, 70’li yılların başında petrol kriziyle başladı.
OPEC meselesi...
İşte Trump’ın konuşmasını bu bağlamda değerlendirmek gerek. Böyle olunca, Trump’ın konuşmasında bir diğer dikkat çeken husus da, OPEC vurgusuydu. ABD’nin en büyük enerji üreticisi olduğunu vurgulayarak, “OPEC’in gereksiz fiyat artışlarıyla sistemi tıkamasına müsaade etmeyeceklerini” söyledi.
1973 Petrol Krizi de tam böyle başlamıştı. OPEC, 1960’da, ağırlıklı olarak, ABD’li petrol devlerinin baskılarına karşı kurulmuştu. Ancak petrol fiyatının dolara bağlı olması OPEC’in temel sorunlarından biriydi. OPEC karteli, 70'li yılların başında, ABD ve Hollandalı petrol devlerine karşı giderek artan bir etkinliğe kavuştu. Ancak 1971’de Nixon, doların altına olan bağlılığını kaldırdı ve doların değeri hızla düştü. OPEC bunun karşısında petrolün fiyatının dolara değil, altına bağlı olacağını duyurdu ancak bu sürdürülebilir değildi.
OPEC, sonuçta 1973 yılında üretimi düşürerek, ABD ve İsrail’e siyasi, ABD’li ve Hollandalı petrol tekellerine ise ekonomik bir cevap verdi. Ve kriz de böylece başlamış oldu.
Bu tarihten sonra ABD, hem Körfez’de hem de Ortadoğu coğrafyasında siyasi operasyonlarla bir petro-dolar sistemi kurdu. Artan petrol fiyatlarından gelen yüksek kazançlar dolara dönüyor ve ABD’yi finanse ediyordu. Trump’ın konuşmasından anlıyoruz ki bu sistemin de sonuna geldik. Sistemde çok “kaçak” var. Çünkü OPEC ülkeleri kazandıklarını ABD’nin geleneksel sektörleri dışında hatta dolar çevrimi dışında da değerlendirmeye başladılar. Pasifik Asya’da, Avrasya’da doğrudan yatırımlar ve işbirlikleri gelişiyor. Ayrıca hızla gelişen yeni para sistemleriyle de geleneksel finansal araçların dışına çıkarak yeni alternatifleri OPEC ülkeleri geliştiriyor.
Türkiye’nin avantajı
Burada Türkiye de çok avantajlı bir konumda; kuzey (Rusya) ve güney (Avrasya-Akdeniz) enerji yolları Türkiye’nin elinde. Ayrıca Irak’ta, Suriye’de, Körfez’de ekonomik ve siyasi etkinliği -Erdoğan’la birlikte- artan bir ülke Türkiye.
Bugün dolar dışında yeni para sistemi arayışları da Trump’ın arkasındaki çürümüş sermayeyi çılgına çeviriyor. Tabii Trump’ın Venezuela’ya yüklenmesi de bu bağlamda tesadüf değil, Venezuela’nın hem petrol zengini hem de yoksul olması çelişkisinin tek sorumlusu ABD’nin emperyalist politikalarıdır. Trump, bunu iyice öğrense iyi olur.
Sonuç olarak, Trump, 70'li yılların başından itibaren çürüyerek batan, batarken de dünyayı, en çok da bizim bölgemizi kan gölüne dönüştürerek, insanlığa meydan okuyan eski sermayenin temsilcisi. Bahsettiği “yurtseverlik” ise bunların çıkarı. Burada ABD halkının bile en ufak bir çıkarı yok.
Trump’ın, bu bağlamda küreselleşmeye karşı çıkan konuşmasından sonra kürsüye Erdoğan geldi ve önce her zamanki gibi “Dünya beşten büyüktür” dedi. Sonra Arakan’dan Suriye’ye kadar tün insani dramlardan, bunların nedenleriyle birlikte, bahsetti ve çözümleri söyledi. Afrika’ya, Latin Amerika’ya, Ortadoğu’ya, Asya’ya elini uzattı. Çürümüş sermayenin değil, yeninin, gelmekte olanın ve mazlumların sesi oldu.
İşte son BM Genel Kurulu’nun New York’tan özeti budur.
Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan Berlin’de... Türkiye-Almanya ilişkileri bu ziyaretle yeni bir döneme başlıyor. Hiç şüphesiz ki bu Türkiye-AB ilişkilerine de olumlu olarak yansıyacaktır.