2017 ilk çeyrek büyüme verileri Türkiye ekonomisiyle ilgili olarak hepimize çok şey söylüyor. Öncelikle bu büyüme verisinin sanayi ve ihracat etkileriyle yukarı çıkması çok olumlu bir işaret. İhracatın büyümeye katkısı 2.2, sanayinin de 1.3 oldu. Türkiye ekonomisi 2016’ın 3. çeyreğinde yüzde 1.3 küçülmüştü. Son iki çeyrekte, yıllık bazda, yüzde 3.5 ve 5 oranlarındaki büyümeler, hem hızlı bir toparlanmaya işaret ediyor hem de bu büyüme hızının 2017 ve 2018 yılları içinde artarak devam edeceğini bize gösteriyor. 2017 ikinci çeyrek büyümesinde KGF etkisi de çok net olarak görülecek. Nitekim ikinci çeyrek için gelen öncü veriler büyümenin, istihdamı da düzelterek sürdüğünü bize gösteriyor.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus, hane halklarının tüketim harcamalarının, yüzde 5.1 gibi yüksek oranda ve yaygın olarak artmasıdır. Dolayısıyla, burada iç ve dış (2.8 ve 2.2) talep gerçekleşmeleriyle yüzde 5 büyüyen, oldukça tempolu ve dengeli -kapsayıcı- bir hızlanmayla karşı karşıyayız.
Şimdi bu hızlanmayı, kalıcı ve kapsayıcı bir yeni büyüme yolu olarak inşa etmek gerekiyor.
İki yol...
Bu çerçevede, hep söylediğimiz gibi, bundan sonrası için Türkiye’nin önünde iki seçenek var. Birincisi, yüzde 4-5 arasında gezinen bir büyüme ortalamasını yeterli görüp, tam burada frene basan eski anlayışın devam etmesi...
İkincisi ise, Türkiye’nin büyüme denge değerini yüzde 5 seviyelerinden yüzde 7-8 aralığına yükseltecek yeni bir büyüme ve kalkınma yolunu seçmek...
Tarihsel olarak, sanayileşmiş ve sanayileşme yolundaki bütün ülkelerde çalışanların tasarruf oranları, işverenlerle karşılaştırılamayacak kadar düşüktür. Dolayısıyla, büyümenin temel dinamiği olan tasarruf oranları, işletme verimliliğine (kârlılığına) ve işletme sahiplerinin (hissedarların) tasarruf-yatırım denklemlerine bağlıdır. Geleneksel iktisatta ücretlerin milli gelir içindeki payı ne kadar düşük olursa, işveren kârlılığı artacağı için, tasarruf oranlarının da o kadar yükseleceği bu tasarrufların yatırıma döneceği ve büyümenin de böyle sağlanacağı varsayılır. Ancak artan yatırımlar işçi gereksinimi artıracağı için, yüksek büyüme ücretleri yükseltir. Bir müddet sonra milli gelirin oluşumunda işletme karlarından daha çok ücret gelirleri öne çıkar. Bu da tasarruf oranlarını düşürür. Dolayısıyla, büyüme de bir müddet sonra düşer. Bu aslında bir kriz-refah döngüsüdür.
Böyle bir ekonomide ortalama tasarruf oranları ile ortalama büyüme denge seviyesi tespit edilir. Bu büyüme denge seviyesi ülkenin nüfus artış hızına ve üretimde kullanılan makinelerin yıpranma payına bağlı olarak da değişir.
Bütün bu değişkenleri ve aslında bugün pek geçerliliği olmayan bu varsayımları dikkate aldığımızda, Türkiye’nin büyüme denge seviyesinin yüzde 5 civarında olduğu iddia edilir. Yani Türkiye, iniş ve çıkışlar dahil olsa da ortalama yüzde 5 civarında büyümelidir denir.
Gerçekten de yıllardır IMF direktifleriyle idare etmek zorunda olan bir ülke olarak, yüzde 5 denge seviyesini yakaladığımızı görürüz. Ama bu, bizi ne öldürür ne de ayağa kaldırır. Zaten istenen budur; Türkiye’nin güvenilir bir müttefik (!) olarak ölmemesi gerekir ama ayağa kalkması hiç istenmez.
Çıkış için...
Peki, biz bu kısır döngüden çıkabilir miyiz? İşte yukarıdaki son büyüme verisi aslında çıkacağımızı gösteriyor. Öncelikle yukarıdaki denklemde kamu yoktur dikkat ederseniz. Oysa yeni büyüme ve kalkınma teorilerinde kamunun çağdaş bir piyasa düzenleyicisi olarak yeri vardır. Kamu, özel kesimin üstlenemeyeceği çok uzun dönemde kârlı olabilecek teknoloji üretimini ve teknolojiye bağlı yatırımları üstlenirse, büyüme dengesinde, yalnız iki kesimin tasarruf oranları değil, kamunun yaratacağı, dış dünyadan alacağı teknoloji ki bu dışsal teknoloji anlamındadır- ve kamusal regülasyonlar yeni bir değişken olarak devreye girer ve büyümeyi, iki kesimin tasarruf oranlarından bağımsız olarak da sürükler. Bunu aslında gelişmiş ülkeler, başta İngiltere, Almanya ve ABD yapmıştır. Milyarlarca dolarlık teknoloji geliştirme, Ar-Ge yatırım ve faaliyetlerini özel sektör adına buralarda devlet üstenmiş ve kamu en büyük tasarruf-yatırım değişkeni olarak ekonomiyi büyütmüştür.
Türkiye’de ise devlet, dolaylı vergiler ve daha birçok mekanizmayla çalışanlardan büyük sermayeye kaynak aktarmış ancak devlet rantıyla büyüyen bu kesim, dünyayla rekabet etmediği için, kârlarını tasarruf-yatırım döngüsüne sokmamıştır. Bugün dünyada Ar-Ge’ye en çok harcama yapan 2 bin 500 şirket arasında, ABD, ilk 20’de 12 şirketle vardır. Sonra Çin ve Avrupalı şirketler gelmektedir. Türkiye’de yalnız iki şirket, bu 2 bin 500 arasına, 547. ve 964. sırayla girebilmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de teknoloji tekeline sahip yerli firmaların oluşturulması ve devlet destekli ekonomik planlamaların gerekliliği artık çok açıktır. Nitekim yeni büyüme modelleri ve hikâyelerinde teknolojinin kamusal bir mal olduğu temel varsayımdır.
Şimdi tam burada, herkesin, devletin de özel kesimin de yeni bir hesap kitap yapması gerektiğini düşünüyorum.
Öncelikle Türkiye, mevcut para ve maliye politikalarını uyumlaştırmak zorundadır. Bu büyüme sıkı para politikasına rağmendir. Burada yalnız Maliye ayağıyla yürüyemeyiz. Ancak kamu, hiç korkmadan, yüksek teknoloji alanlarını ve buradaki dışsallığı daha fazla desteklemeli ve buraya kaynak aktarmalıdır. Özel kesim -özellikle büyükler- kısa dönem kârlarından feragat ederek kârlarını, dördüncü sanayi devrimi doğrultusunda, Ar-Ge’ye yönlendirmelidir.