Financial Times gazetesinde geçen gün yayımlanan haberde, “Türkiye’nin AB üyeliği Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘otoriterliği’ yüzünden tehlikeye giriyor” ifadesi var. İnsan gerçekten hayret ediyor. Bırakın Türkiye’nin tam 53 yıldır AB üyelik sürecinin devam etmesi gerçeğini, yalnız Gümrük Birliği süreci bile, AB’nin genişleme perspektifine ters, tek yanlı ve haksız bir sürece dönüştüğünü bize anlatır.
AB, Türkiye’nin ısrarlı çabalarına karşı, Gümrük Birliği anlaşmasını yenilemiyordu. AB, 3. ülkelerle yaptığı anlaşmalarda, Türkiye tam üye olmadığı için, Türkiye dışarıda kalıyor ve bu durum Türkiye’nin dış ticaret hacmini olumsuz etkiliyordu. Bunun dışında son bir yıldaki mülteci sorunu bile Türkiye-AB ilişkilerinde, Türkiye’nin AB tarafından nasıl oyalandığını gösterir. AB mülteci konusunda Türkiye’ye verdiği hiçbir sözü tutmamıştır. Aslında son bir yıldaki mülteci meselesi ve buradaki AB-Türkiye müzakereleri, 53 yıllık AB-Türkiye ilişkilerinin küçük bir özetidir.
Şimdi bu koşullar altında Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye Şanghay Beşlisi içinde daha rahat hareket eder” dediğinde bunun anlamının Türkiye için bir “eksen kayması” anlamına geldiğini kimse söyleyemez. Türkiye, gücüne ve tarihine uygun bir entegrasyonu öne çıkartıyor.
Yeni strateji...
Türkiye, yüzünü şu aşamada ve bundan sonra hem kendi batısına hem de kendi doğusuna çevireceği ve kendi bölgesindeki refahın ve istikrarın merkezi olma doğrultusunda bir strateji izleyeceğini herkes görmelidir. Erdoğan’ın liderliğiyle başlayan ve yalnız Batı’nın dayatmalarıyla şekillenmeyen yeni bir yoldur bu...
Esasında bu yeni yol, yalnız Türkiye’nin tercihleriyle şekillenmiyor. Tam bugün Çin başta olmak üzere, Asya’ya baktığımızda, yeni bir Asya kalkınmasının hızla gelmekte olduğunu görürüz. Bu, yeni Asya kalkınması, Batı’nın 2008’de başlayan ancak kapitalizmin en derin krizi ve dönüşümü olarak niteleyeceğimiz şimdiki sürecin de sonucudur.
Burada hemen İngiliz iktisat tarihçisi, Angus Maddison’un ‘Contours of the World Economy; 1-2030’ kitabına başvuralım. Maddison, burada 1820’den 2030’a kadar olan süreci Doğu-Batı büyüme oranlarını vererek ve karşılaştırarak anlatır. Maddison, kapitalizmin 1952-1978 arasındaki kişi başı gelir artışının, 1700-1820 dönemindeki artışın 28 katı, 1820-1952 arasındaki artışın da üç katı olduğunu belirtir ve 21. yüzyılla birlikte üretim merkezlerinin ise Doğu’ya kayacağını söyler.
Kaldı ki bu verileri ve buna bağlı tespitleri önce Giovanni Arrighi -büyük ölçüde- Adam Smith Pekin’de adlı kitabı ile sonra da Thomas Piketty, 21. yüzyılda Kapital kitabında günceller ve doğrular. Yani, son otuz yılda, dünyanın önce üretim, sonra da ticaret ve inovasyon merkezleri Batı’dan Doğu’ya kaydı. Ancak bu olurken, şimdiki krizin temelleri de 2. Dünya Savaşı’nın çıktığı dönemde atıldı. Dünyanın kaynakları 1952-1978 arası ABD merkezli Batı’ya aktarıldı.
ABD’nin başını çektiği, bir inşa dönemidir bu. Sovyetler’le olan yarış ve silahlanma küresel toplam faktör verimliliğini yukarı çekmiş ve bu da Batı’nın, kriz öncesi, son ‘altın’ çağı olmuştur. Şimdi kriz içindeki Batı, kontrol ettiği rezerv para birimleriyle (dolar ve euro) krizi hem kontrol edip, hem de merkez dışına ihraç etmeye çalışıyor. ABD, 3 trilyon dolara yaklaşan dolar bazlı sermayeyi “içeriye” çekip yeni bir konsolidasyona gitmek istiyor. AB, ise euro’yu gereğinden fazla değerli olmasına izin vererek, Almanya gibi merkez ülkeleri güçlendiriyor ve diğerlerindeki sermayeyi merkeze çekerek periferisini güçsüzleştirerek yeniden sömürgeleştirmeye çalışıyor. Almanya’nın Doğu Avrupa’da yaptığı budur. Bunun için Türkiye’nin de güçsüzleşerek Doğu Avrupa ile entegre olmasını önlemeye çalışıyor.
Asya kalkınması...
Ancak Doğu, Batı’nın yetmişli yılların sonundan itibaren açığa çıkan şimdiki krizine yeni bir kalkınma yoluyla cevap veriyor.
1978 yılı ilginçtir. Çünkü Çin’de Deng iktidara gelmiş ve bugüne taşınan, Çin merkezli Asya kalkınmasını başlatmıştır. Çin’deki şimdiki Xi iktidarı 1978 yılında başlayan Deng döneminin piyasa ekonomisi açısından mükemmelleştirilmiş halidir.
1978-95 arası, Asya sömürgecilik tahribatlarını giderir ve kalkınma paradigmasını yakalar. Maddison’un yukarıda sözü geçen başyapıtı, Avrupa merkezli Batı’nın yerini 2030’da kesin olarak Doğu’ya bırakacağını söyler bize... O halde Türkiye bu yeni dünyada eskiden olduğu gibi kendisini yalnız Batı’ya hatta Batı’nın en kriz hali olan AB’ye dayayarak yer alabilir mi? Şüphesiz hayır...
İşte Erdoğan’ın AB’ye dönük eleştirilerinin ve Şanghay Beşlisi vurgusunun arkasında bu tarihi ve güncem ekonomi-politik gerçeklik vardır.
Bütün bunların dışında ABD’nin Trump’la birlikte yeni bir Keynesçilik dönemine adım atacağını gözlemliyoruz. ABD’nin altyapı yatırımlarıyla yeni bir krizden çıkış stratejisi ne kadar gerçekçi olacak? Dünya 1940’ların dünyası değil, ABD’nin 20. yüzyılda yaptıklarının kopyasını yaparak krizden çıkacağını sanmıyorum. Ama Türkiye gibi ülkeler tam da 20. yüzyıldan çok daha farklı bir yol izleyerek, yalnız kendilerinin değil, dünyanın da bu krizden çıkmasına katkıda bulunacaklardır.