Geldi işte hasretle beklenen, haftalar aylar boyu özlenen! Karanlıkta uyandığımız, ayazında titrediğimiz, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen uzun kış günlerinin ardından nihayet geldi yaz, geldi bayram, geldi tatil!
Yaz! Sonbahara vurgun olsam da tüm yüreğimle, kıyamıyorum ben bu mevsime nedense. Koca kışın gri ve siyah rengini salkım saçak pembeleriyle bize unutturmaya çalışan erguvanlardan hemen sonra geldiği için mi acaba? Ya da tüm sene kurulan tatil hayallerinin gerçeğe dönüşme ihtimalinden midir yoksa?
Yaz! Yüzümü okşayarak geçip giden ılık meltemin burnuma getirdiği ıslak yosun kokusu!
Gün güneşe kavuştuğunda, gözlerinden dökülen mutluluk katreleriyle kırmızı, pembe gülleri budayan bahçıvanların makas sesleri! Kenarları dantelli masa örtülerinin üzerinde, kocaman bir vazoda duran renkli ortancaların doyum olmaz görüntüsü!
Çocukken yaz, üç ay tatil demekti. Sabahtan akşama kadar deniz kenarında oynamak, kumdan kaleler yapmak, ağaçtan kozalak toplayıp içinden bal çıkarmak, hava kararmaya başlarken bahçelerden gelen mangal kokusu, evlerden yükselen kahkaha demekti. Yemekten sonra, sahilde toplanma, ateş yakma ve etrafında gitar çalıp şarkı söylemekti. Büyümek için dua etmek, hayal kurmak demekti. Bir gün dualarımız kabul edildi ve büyüdük hem de farkına bile varamadığımız bir hızla! Üç aylık tatillere veda zamanıydı; 10 gün bilemedin 15 günlük izinler vardı artık. Sabahtan akşama kadar deniz kenarında oynamalara da son verme zamanıydı; güneş artık zararlıydı, hem mutlaka yetiştirilecek bir raporunuz, projeniz vardı. Gerçekten de biz büyüdükçe, her şeyi yapmaya muktedir oldukça daha mı yapamaz olduk sanki hiçbir şeyi!
Yazın gelişinin hayalini kurup geldiğinde usulca önümüzden geçip gidişini izliyoruz sürekli!
Öyle yoğunuz ve bu hayat içinde öyle hızlı yol alıyoruz ki, bir arayış içinde ne aradığımızı bile bilmiyoruz. Akreple yelkovan arasındaki hız yarışına katılıp kendimi fazlasıyla kaptırdığımda durup düşündüğüm ve çok sevdiğim bir hikaye var bu bununla ilgili;
“Peru’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog, birkaç yerli rehberle yola koyuluyor. Dağın tepesindeki tapınaklara giden uzun yolu, kısa bir sürede yarılıyorlar. Aynı hızlı tempoyla biraz daha yol aldıktan sonra, yerliler kendi aralarında konuşup birden yere oturuyor ve öylece beklemeye başlıyorlar. Tabi Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremiyorlar. Saatler sonra, yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyuluyorlar ve sonunda tepenin üstündeki görkemli İnka tapınaklarına geliyorlar. Arkeologlardan biri, yaşlı rehbere soruyor; ‘Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce yok yere bekledik?’
Yaşlı rehberin cevabı o kadar güzel ki;
‘Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik!”
Hayat, yalnız bizim izin verdiğimiz gibi geçer; İyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda!
Sahi sizin ruhunuz bedeninizin neresinde?
Cevap veremediniz mi?
O halde durun, düşünün, dinlenin ve bekleyin ruhunuzun bedeninize yetişmesini!
…………………………………………..*…………………………………………
Eğlence Cumhuriyeti;
Yazın başkentleri Bodrum, Alaçatı, Antalya, Marmaris, bildiğiniz gibi! Okulların kapanması, üniversite sınavının bitmesiyle büyük kavimler göçü başladı tatil beldelerine! Evi olanlar evlerine, olmayan otellere, pansiyonlara yerleşti maaile. Televizyonlarda oralar gösteriliyor döne döne, sosyal medya oradan gelen resimlerle dolup taşmaya başladı bile!
Bodrum, bunların içinde başı çekiyor. Buraya bir belde, ilçe demek yanlış bence, bildiğin bir cumhuriyet, eğlence cumhuriyeti. Her dilden, dinden, memleketten insan var, her keseye uygun bir yer, eğlence de var. İçinde altın olan kokoreçten, tanesi 300-TL’ye satılan lahmacuna, günlük 15.000-TL’ye tutulan localardan yürürken aniden karşınıza çıkabilecek dünya star’larına kadar her şeyi bulmak mümkün Bodrum’da. Bir arınma ve terapi merkezi gibi burası, tamamen delirmek de iyileşip düzelmek de olası! Küçük İstanbul da denebilir buraya ama ben; ‘İstanbul’un en uzak ilçesi’ demeyi yeğlerim valla. ‘Aşk, Bodrum’da yaşanıyor güzelim’ diyen Bülent Serttaş haklı mı değil mi bilmem ama Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın yazdığı "Merhaba" ile başlayan; "Yokuş başına geldiğinde Bodrum'u göreceksin, sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin! Senden öncekiler de böyleydiler, akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler!" yazısının güncellenmiş hali bence şöyle olmalıydı; “Yokuş başına geldiğinde insan seli göreceksin, sanma ki sen burada eğleneceksin! senden öncekiler de böyleydiler, değil sadece cüzdanlarını, donlarını dahi bodrumda bırakıp gittiler!”
………………………………………………..*……………………………………………………
Sezon Finali;
“Yapılacak çok şey var, tüm bunlar nasıl yetişecek? Önce nereden başlasam? Hayır, henüz dinlenemem. Önce bitirmem gereken işler var!”
Ne çok kullanıyoruz bu cümleleri değil mi! Hep bir telaş hep bir koşturmaca! Yetişecek yerler, yetiştirilecek şeyler var hep. Birileri için, birilerinin hatırına kendimizden çaldığımız zamanların, ıskaladığımız anların ardından ağıt yakıyoruz sadece. Oysa yıllar geçiyor, aklar düşüyor, keşke’ler leşini avlamak için pusuda bekleyen akbabalar gibi başımızın etrafında dönüp duruyor! Bildiği şehirlerden bilmediği şehirlere, bildik yüzlerden tanımadık yüzlere sığınmayı düşleyen kaç kişi vardır etrafta. Alıp başımı gitmek istiyorum cümlesi, kaç kişinin dolaşmıştır dimağında, hele de yazın ortasında. Uzun ve sıkıcı geçen dersten sonra çalan teneffüs zili gibi, günlük rutinlerden, birbirinin aynı geçen günlerden sonra verilen mola gibidir, alıp başını gitmeler. Herkes bir şekilde hayal etmiştir bunu; Hayat tam gaz devam ederken uyanıp bir sabah, gitmek kendinin bile henüz bilmediği mevsimsiz ülkelere. Bazen ismini, kimliğini bazen de tamamen kendini terk edip olmadığın ama olmak istediğin kişi olacağın yerlere. Seneleri, sevinçleri, hüzünleri tek tek katlayıp sığdırmak valizlere ve yüklenip onları gitmek meçhullere! Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. Sonrasını bilmediğin bir adıma, zamana yaslanmaktır. Hayal kuramıyorsan eğer, sabahları uyanmak için enerjin, farklı şeyler denemek için cesaretin yazmak için de hevesin azalmışsa bir mola vakti, gitme vakti de gelmiştir. Ve vakti geldiğinde, gidebilmektir gitmek; Yıldızları kanat yapıp özgürlüğe gitmektir, yenilerek!
Ne kadar sağlam gidersen, dönüşün o kadar sağlam olur. Gittiğin kadar cesur, döndüğün kadar güçlü olursun!
O zaman benim için de küçük bir mola vakti!
Biraz dinlenmek, resetlenmek için bir süre olmayacağım buralarda. Kendinize iyi bakın, dinlenin, eğlenin gezin ama beni de unutmayın! Geldiğimde yine burada bulayım sizi, bir yere kaybolmayın!
En mavi, en sarı, en sağlıklısından keyifli bir yaz diliyorum,
Yeniden buluşuncaya dek hoşçakalın !
Görüşmek üzere!
Sevgilerimle!
……………………………….*………………………………………………….
HAFTANIN EN’LERİ;
Haftanın Hastalığı; Dünyaca ünlü oyuncu Brad Pitt’in, “prosopagnozi" (yüz körlüğü) hastalığı! Görülen ve tanışılan insanların sonradan hatırlanmaması olarak nitelendirilen bu hastalığa genellikle doğuştan gelen ve beynin bir bölgesindeki bir eksikliğin neden oluyormuş. Yani gördüğü insanları sonradan tanımaması Pitt’in narsist ve egoistliğinden değil mazeretindenmiş. Biz hatırlamasak; ‘burnu kalkmış bunun, havalanmış’ derler, ünlüler yapınca “prosopagnozi" diyolar Möge aplaaaa :))
Haftanın Davası; Alman biyoteknoloji şirketi CureVac, diğer Alman biyoteknoloji firması BioNTech aleyhine mRNA teknolojisini kullandığı iddiasıyla patent davası açarak, “adil tazminat” talebinde bulundu. Aşılardan 19 milyar Euro gelir elde eden Biontech’in bu gelirden pay verip vermeyeceği merakla bekleniyor. Bu olaydan alınacak ders; Önce davranan yol alıyor!
Haftanın Yarışması; Tabii ki hepimizin kendini birer gurme sandığı ‘Masterchef Türkiye’ Yemekten ziyade adeta bir Türkiye harmonisi; Aşçılık okuyanlar, lokantada çalışanlar, emekli hayatı yaşayanlar, geleceğinin bu yarışmaya bağlı olduğunu sananlar, öğrenciler, beyaz yakalılar, ev hanımları, şöhret adayları herkes bu yarışmada! Yemekler bahane, hayat hikayeleri şahane!
CANSEN ERDOĞAN