Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

cansen@leburo.com

Tüm Yazıları

Ve dünyanın en ünlü kişisine, dünyanın en büyük cenaze töreni yapıldı. Milyarlarca kişinin televizyonları başında taç giyme törenini izlediği Kraliçe Elizabeth, yine televizyonda milyarca kişinin canlı olarak izlediği cenaze töreniyle ebediyete uğurlandı.

Kulağa çok hoş geliyor kraliçe olmak değil mi? Müthiş kıyafetler, pahalı mücevherler, etrafında pervane hizmetliler, saraylar, tekneler, köşkler! Bir de işin öbür yanı; Bitmek bilmez mecburiyetler, protokol kaideleri, zoraki gülümsemeler!

Henüz 26 yaşındaydı tahta çıktığında! Gezmek, eğlenmek, aşık olmak, dans edip flörtleşmek istiyordu belki akranları gibi. Oysa taktığı taç ile tüm bunlardan vazgeçti. Bu hayatı, kurallar, baskılar, kararlar ve savaşlarla takas etti. Keşke’leri, iyiki’leri, pişmanlıkları ve de sırlarıyla, 70 yıllık saltanatla göçtü, gitti kraliçe Elizabeth, Sultan Süleyman’a bile kalmayan bu dünya, ona da veda etti!

Haberin Devamı

Ardından ülke tarihinde en uzun süre taht sırası bekleyen varis, 73 yaşındaki oğlu Charles tahta geçerek İngiltere Kralı oldu. Kendisinden önceki hükümdarlar, Saray'da özel öğretmenler tarafından eğitilmişti ancak o yatılı okula gönderildi. Okulda geçirdiği dönemde uzun süre boyunca diğer öğrencilerin acımasız zorbalıklarına maruz kaldığını belirten Charles, annesine gönderdiği bir mektupta, "Yatakhanede nerdeyse hiç uyuyamıyorum çünkü horluyorum ve sürekli kafama vuruluyor. Tam bir cehennemdeyim" diye yazmış. Bu, ileride neden kendisinden yaşça büyük Camilla’dan kopamadığını ve küçükken bulamadığı anne sevgi ve şefkatini onda bulduğunu açıklayan sebeplerden biri bence. Charles Camilla ile tanıştığında henüz 21 yaşındaydı. Windsor'da bir polo maçında karşılaşmışlardı ve birbirlerinden etkilenmişlerdi. Ancak kraliyet kuralları, bu ilişkiyi engelledi. Camilla, kraliçenin vaftiz oğlu ve aynı zamanda da Charles'ın bir arkadaşı olan Binbaşı Andrew Parker Bowles ile evlendi. Charles hep Camilla ile evlenmek istemiş, ilk gördüğü günden beri ama dedim ya kraliyet kuralları, aşka saygılı değil ki! Camilla’nın Charles’dan büyük olması, bakire olmaması, asil bir aileden gelmemiş olması, bu evliliğe engel tabi. Tahtın ilk varisi olduğu için de evlenip veliaht getirmesi bekleniyor, o da gidip bakire ve asil Diana ile evleniyor. Ne mutlu olabiliyor ne de mutlu edebiliyor. Üç kişilik bu aşkta olan Diana’ya oluyor, diğerleri muradına eriyor!

Haberin Devamı

Hep Camilla suçlandı bu hikayede, masalın prensesi Diana, cadısı Camilla’ydı. Diana’ya göre hem çirkin hem de yaşlıydı. Mutsuz evliliğin tüm suçu ona yüklendi, ağır ithamlar edildi. Oysa yıllar önce evlenmelerine izin verilseydi mutlu mesut geçineceklerdi. Yaşça çok küçük, fazla hassas ruhlu, naif karakterli Diana, kendisine verilen role hazır olmadığı gibi, gerekli olgunluğa da sahip değildi. Charles da onu anlayacak, dinleyecek bunun için çaba ve zaman harcayabilecek kadar düşünceli biri değildi. Beraber çok eğlendiği, kafa dengi, sağlam karakterli, neşeli Camilla, onun için gelip geçici bir şey değildi, aşkını hiç inkar etmedi aksine hep direndi. Yani hikayenin asıl suçlusu monarşi ve de hep aşık olduğu kadına giden Charles’dı, Camilla’nın onun suçu da sevdiği adamı, geri çevirmemekti. Koyu bir Diana’cı olup onu çok sevmeme ve ölümünde oturup hüngür şakır ağlamama rağmen yiğidi öldüreceğim müsaadenizle ama hakkını da yemeyeceğim; Diana yokken Camilla vardı her şeyden önce, bağdakini kovmadı yani dağdan gelip! Hep çok çirkin lakaplarla anılmasına, sürekli aşağılanmasına rağmen kaya gibi dayandı, dik duruşunu hiç bozmadı. Charles’ın yanında ilgi ve destek bekleyen değil aksine destekleyici biri olarak durdu, çizgisini hep korudu. Evlenmelerinden sonra bile aman moda ikonu olayım, prenses olayım iyilik meleği gibi davranıp Diana ile yarışayım havalarına girmedi Allah için. Charles, dayısı gibi tahttan feragat etseydi de aşkı için görseydik! Yok! ‘hem tahta çıkacağım hem aşkımı yaşayacağım bunun için Diana’yı kullanacağım’ mantığıyla tahta çıktı, Camilla’yı da hanımı yaptı. Olan Diana’ya oldu, masalın esas kahramanına yazık oldu!

Haberin Devamı

Işıklarda uyu sevgili Diana! Belki kocanın sevgisi değil ama koca dünyanın sevgisi hep seninle!

Sen bu masalın iyi kalpli prensesiydin ama bu kez iyiler kazanmadı!

Olsun, üzülme;

Masal kötüyse kahramanın suçu ne!

……………………………………………*…………………………………………………..

Anılar Silinirken;

Anıların silinmesi birer birer, hatıraların çalınması acımasızca…

Tüm hayatının, yaşadıklarının yok olması zihninden yavaş yavaş, en sevdiklerini bile tanımamak, kendini unutmak! Yabancı bir dünyada kaybolmak!

Bu bir hastalık ve hastalığın adı da Alzheimer! Öyle bir hastalık ki ağrı yok, sızı yok, acı yok sadece unutma var, önce basit şeyleri, zamanla sevdiklerini sonunda da her şeyi! Beynin belli bölgelerinde başlayan ve 10-15 yıl gibi bir süre içinde diğer beyin bölgelerine de yayılan bir demans çeşidi. Yaş sınırı 60’a kadar inmiş durumda ve ilacı maalesef henüz bulunamadı. Öyle bir hastalık ki hem hastayı hem de hasta yakınını çok hırpalıyor. Hasta, unuttukça morali bozuluyor, depresyona giriyor, huyu değişiyor, yaşamaktan tat almıyor. Hasta yakınları ise sevdikleri kişiyi günden güne kaybediyor olmanın acısını yaşarken bir yandan da hastayla ilgilenmek zorundalar.

İnsan bazen unutmak ister bazen de hiç unutmamak! Ama bellek bizim komutlarımıza her zaman boyun eğmez! Neyi hatırlayıp neyi unutacağına ne zaman unutup ne zaman anımsayacağına kendi karar verir. Düşünün bu bile ne kadar sinir bozucu! Üzen, acıtan, kanatan anıların unutulamaması, en güzel anıların yavaş yavaş gözden kaybolması! Peki unutulan sadece güzel anılar, makinadaki çamaşırlar, mutfaktaki bardaklar, kapıdaki anahtarlar değilse! En sevdiklerinin yüzleri, sözleri, kimlikleri ise?

Anı biriktiremezler Alzheimer hastaları, anı yaşarlar sadece. Sürekli aşık olabilirler mesela veya üzüldükleri şeyi hatırlamazlar, ne kadar üzdüklerini de! Karşısındaki kişinin çoğunlukla küçücük bir çocuğa dönüştüğünü, kendisini artık tanımadığını görmek ne kadar acıdır hasta yakını için, çaresizliğin okları, saplanır yüreklerine!

21 Eylül Dünya Alzheimer Günü yani ‘Beni bırakma, unutturma kendini bana’ diyenlerin günü!

Dilerim bizi mutsuz eden anıları unuturuz, mutlu edenler zihnimizden hiç silinmez.

Olur da bozulursa moralimiz, mottumuz belli;

“İnsan her şeyi unutarak da yaşayabilir belki de, her şeyi hatırlayarak yaşamını sürdüremez!”

…………………………………..*…………………………………………

Sen neymişsin be Contemporary !

Eveeetttt işte geldi yılın sanat olayı!

Tüm sanatçıların, kendilerini sanatçı zannedenlerin, sanatseverlerin ve de sanatsever görünenlerin heyecanla beklediği 17. Contemporary İstanbul Uluslararası Çağdaş Sanat Fuarı İstanbul’da başladı! Bir yerde okumuştum bu fuar için; ‘kültür endüstrisini oluşturan şirketlerin hazırladığı bir sanat pazarı’ deniyordu, çok da doğru! Gerçi mevzu, günümüzde sanattan ne kadar anladığını ve pür-u pak bir sanatsever olduğunu sosyal medyasında paylaşma gayretine düşen mahalli sosyetelerin buluşma noktasına dönüşse de yine de güzel be! Uluslararası birçok sanatçı, getirmiş eserlerini paylaşmış bizimle, daha ne! Oraya giden yolda trafik kilit ama ortam elit. Biletler pahalı ama onlar da haklı! Gidenler gidemeyenlere anlatsın minvalinde bir yaklaşım var maalesef oysa ki Türk halkına sanatı sevdirmekti hedef! Neyse gidenler için bir güzellik yapayım o zaman ben de, hangi eser hangi ressama ait kolayca anlayın orada diye;

Resimde bir veya birden çok balerin görüyorsanız yaratıcısı Edgar Degas’tır!

Resimdeki herkes, güzel, çıplak ve birbiri üzerine istiflenmiş gibiyse Michelangelo’ya bir ışık yakın!

Resimde hiç insan yoksa ve doğa sanki beneklerle anlatılıyor hissi uyandırıyorsa onun bir Monet olduğunu anlayın!

Işıklı bir ortam ve mutlu parti insanlarının olduğu bir resimle karşı karşıya iseniz büyük usta Renoir’e el sallayın!

İnsan vücudunun değişik versiyonlarına bakıp çaresizce resmi anlamlandırmaya çalışıyorsanız eserin altına Picasso yazın!

Eğer loş ışıkların gölgesinde üzgün ve soluk benizli bir evsizle göz göze gelirseniz kaldırıp elinizi Rembrandt’ a selam çakın!

Resme baktığınızda gördüğünüz şey absürt ve fantastik unsurlarla dolu bir rüya ise o Salvodar Dali’dir, uyanın!

Ortam bir orta çağ dönemiyse Meryem Ana, İsa ve havarileri ile puslu bir havanın içindeymiş hissindeyseniz Leonardo de Vinci’dir o, kesin bilgi- yayın!

Ah bu yazarınız sizin için daha ne yapsın :)

……………………………………………………….*……………………………………………..

HAFTANIN EN’LERİ;

Haftanın Şarkısı; “ izabel, izabel, izabelyaa! Seninle mezara ben ya!” dilimizden düşmüyor valla! TikTok dünyası, babasının orgu ile şarkılar çalıp söyleyen ve milyonlarca tık ile beğeni yağmuruna tutulan Fevzi Kaan Türker’i konuşuyor! Yeni nesil, genç arabeskçi fenomen, geleceğin düğün şarkıcısı olma yolunda hızla ilerliyor! Atanamamış piyanist-şantör arkadaşımıza, kendi seçtiği bu ışıltı hayatta başarılar, 24 saat onu dinlemek zorunda kalan komşularına sabırlar diliyorum!

Haftanın Olayı; Ki bence değil haftanın, yılın olayı kraliçe Elizabeth’in cenazesiydi! Aman Allahın o ne düzendi öyle, ne ihtimam! Cetvelle çizilmiş gibi sıraya giren askerler, kilisenin içinde huşu ve saygı ve sessizlik içinde yerlerine oturtulan devlet adamları, siyasiler, misafirler! Şık siyah tayyörleri ve farklı tasarımların uçuştuğu siyah şapkalarıyla prensesler, davetliler! Eminim hepiniz düşündünüz bizde olsa nasıl olurdu diye! Ağlayıp, bağıranlar, kendilerini yerden yere atanlar, tabuta sarılanlar ve de tabutla selfie çekenler! Çok haklısınız ‘doğduğun yer, kaderindir’ diyenler.