Tam da haftasında size birazO’ ndan bahsetmek istiyorum…
Sırtına dünyalar yüklenen, ayaklarının altına cennet serilen, sevgi nedir en iyi bilen
O kadından; Annenden, kardeşinden, eşinden, yârinden…
Hani o kadın var ya; Yapışır gururuna sımsıkı, feda eder geri kalanı. Acıları aşsa da boyunu, sesini çıkarmaz, zerafetini bozmaz. Mahvolmuş olsa da hayatı, pişmanlık cümleleri dönüp durmaz dilinde. Sustuğunda bile çok şey anlatabilir gözleriyle. Ve susmuş bir kadının sessizliği, sağır edici olabilir çoğu kere…
O kadın var ya; Hep bir şeyler olur ona. Bir imzayla yıllardır sahip olduğu soyadı değişir mesela. Bir gecede ‘kız’ iken ‘kadın’, kocası gidince ‘dul’ oluverir. Küfürde cinsel objedir o , kırsalda çocuk gelin. Uğruna ölünendir de, her gece dövülen de…
Bir şey diyeyim mi ağlayarak uyuyan o kadın var ya, evet çaresizdir. Ama gözyaşlarını silerek uyanıyorsa işte o zaman tehlikelidir. Akan yaşlarını, yastığıyla paylaşan ve onları tek başına silmek zorunda kalan kadının, kimseye eyvallahı yoktur artık. Üzülmüştür ama hayat da büyütmüştür onu. Alışmıştır yalnızlığa, tek başına ayakta durmaya. Yarası ne kadar derin olsa da acısı göğüs kafesinden taşsa da çalışır dışarıya çaktırmamaya, ne olursa olsun kuyruğu hep dik tutmaya…
Alnından öpülsün ister o kadın, dudak izin teninde değil kaderinde kalsın diye. Bir bebeği karnına, bir adamı yatağına, tüm hayatına sığdırır. O kadın, en sevdiği şiirin tek bir dizesi bile olmak için, bir roman olmaktan vazgeçmeye hazırdır.
O kadın var ya o kadın hani senin anan, karın, bacın; Sırtında dünya, gözlerinde derya, kalbinde aşkla gezer. Sevdi mi yürekten sever, sildi mi bir kalemde siler. Hava olur, aş olur, su olur sevdiğine, uğruna her bedeli öder. Yamacınızda sanırsın, kolunun altında, dizinin dibinde. Bir bakmışsınız, yokmuş meğer…
Çünkü o kadın;
Hiç gitmeyecekmiş gibi sever ama hiç sevmemiş gibi de gider !
…………………………….*…………………………….
Yeni bir milli sorunumuz oldu, hayırlı olsun !
Şimdi diyeceksiniz ki, sanki hiç yoktu!
Evet vardı ama nurtopu gibi bir tane daha oldu. ‘En güzel kızlar, İzmir’den çıkar’ sözü, yoksa tahtını Sivas’a mı bırakıyordu ?
Mevzu, Hadise tarafından başlatılan ‘makyajsız pazartesi’ meydan okuması ile gündeme geldi. İnstagram hesabında makyajsız resmini paylaşan Hadise, arkadaşlarını da makyajsız fotoğraflarını paylaşmaya davet etti. Kendisine birçok ünlü isimden destek geldi. Tülin Şahin’in, ‘saç, kaş, kirpik bolluğu, malum Sivas geni’ paylaşımının altına kendisi de Sivaslı olan Hadise’nin; “Türkiye’nin en güzel kadını’ yazması yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi;
“İzmirli kızlar mı daha güzel, Sivaslı kızlar mı ?”
İzmirli mi Sivaslı mı polemiğinden önce güzel nedir, kime denir, önce onu bilmek gerekir. Misal gerçek kadın güzelliğini betimlemek kimin işi; Sevenin mi, şairin mi?
Bence; Gönül kimi severse o güzeldir. Güzellik, güzel görenin gözündedir, maharet güzel gözle görebilmektir. Tüm kadınlar güzeldir de çok sevilmiş kadınlar, en güzelidir.
Güçtür güzellik; Önünde prenslerin, kralların, ünün şanın ve de paranın eğildiği. Dize getirir isterse her şeyi, herkesi. Tabi önce göz görür, sonra bakarsın içi de güzel mi değil mi? Yani bakımlı olmak, kendine zaman ayırmak çok önemli. Lakin şu da bir gerçek ki dışı güzel olan bulunuyor bir şekilde, bulunmasa da yaratılıyor tıbbın estetik mucizesiyle de içi güzel olanı bulmak, pek de kolay değil işte. Paranın değiştirmediği, statünün deviremediği en büyük güzelliktir o, en derinlerde, görebilene.
Yönetim biçimlerinden biri olsaydı güzellik, kesinlikle faşizm olurdu; Dayatma yoluyla alışılan, en adaletsiz dağıtılan. Bir film olsaydı da fragman; Görme isteğiyle hayranlık uyandıran sonrasında çoğu kez hayalkırıklığına uğratan…
Velhasıl ne İzmirli ne Sivaslılar en güzel bence. Güzellik, güzel görenin gözünde, sevgilinin fer’inde, annenin sevgi dolu, babanın şefkatle bakan gözlerinde, dostun sadık bakışındadır. Yüzü güzele kırk günde doyulan, içi güzele kırk yılda doyulmayandır !
……………………………………….*……………………………………..
Yine bir dizi, yine kanayan bir yara ve yine aynı tartışma. Aya gidelim, uzayda üs kuralım, kendi aşımızı bulalım diye konuşuyoruz ama bu konudan da vazgeçmiyoruz hala. Son zamanların en popüler dizilerinden Kırmızı Oda’daki Kumru’nun hikayesi, kadın izleyicilerin tepkisini çekti. Namus denince akla hala gerdek gecesindeki birkaç damla kanın gelmesi ve bunun hala konu edilmesi öfke uyandırdı.
Toplumca büyük anlamlar yüklediğimiz kavramlarımız var bizim, küçük insanların küçük beyinlerinde son derece büyük yer tutan bir kavramlar. Bunlardan birisi de o işte;
Erkeğin elinin kiri, kadının zarı, aile meclisinin kararı, ağabeyin silahı, kız kardeşin ölüm fermanı. Doğuda bir kıza tecavüz edenler linç edilirken, aynı kızı katleden ağabeyin kurtardığı için övüldüğü şey olan namus’ dan bahsediyorum. İşin ilginç yanı, uğruna kan dökülen namusun, başka bir dilde karşılığı yok. Hoş hayatını at-avrat-silah olarak parsellemiş bir erkeğin de karşılığı, eşi benzeri yoktur dünyada da neyse. Yoksa; “At bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim. Namus belasına gardaş, yatarız zindan bizim” şarkısını böylesine sahiplenip söyler miydik otuz yıl boyunca…
Namus kadar namussuz bir kelime yoktur, riyakardır çünkü, taraflıdır.
Namus, ağızda çiğnenen, çiğnedikçe tadı kaçan sakız değildir. Vicdandır, sadakattir, edeptir. Ve cinsiyet değil, şahsiyet meselesidir.
Ataerkil dünyanın kendi yozlaşmışlığını, zavallılığını ve kontrol etmekten aciz cinselliğinin sorumluluğunu kadına yükleyip geri çekilme durumudur. Çengel sakallı amcaların, pala bıyık babaların, hacıların, hocaların büyük harflerle NAMUS, NAMUS diye haykırması; ‘İnsan, en çok kendi olmayandan bahseder ‘ sözünü hatırlatır bana nedense…
Son olarak cehennem kapısında kendini buna adamış namus bekçilerine ithafen bir kıssadan hisse;
Napolyon’a, düşmanlarından biri; "Siz para için savaşıyorsunuz biz onurumuz için" demiş. Napolyon; “Haklısın” diye cevap vermiş;
"Herkes kendinde olmayana ulaşmak için savaşır"
CANSEN ERDOĞAN