Gencinin- yaşlısının, zenginin- fakirin, solcunun- sağcının, ne bileyim işte aklınıza gelecek tüm zıt kutupların izlemekten zevk aldıkları şey neydi diye sorsam cevabınız ne olurdu ?
Ya da ülkece paylaştığımız milli heyecanımız hangisi desem?
Evet doğru cevap Eurovision Şarkı yarışması !
Gözümde canlanır koskoca mazi…Çaylar hazırlanılır, mısırlar patlatılır, elde kağıt-kalem geçilirdi televizyonun karşısına. Puanlar verilir, bahislere girilir, şarkılar dinlenirdi ailecek, konu komşu bir araya gelirdi. Puanlamaya geçildiğinde bir anda Yunanlılar dost, İngilizlerle düşman, Malta ile canciğer oluyor, milli duygularımız kabarıyor, kendimizi savaş meydanında sanıyorduk. Yarışmayı sonlarda bitirince; ‘Hakkımız yeniyordu, Müslüman olduğumuz için oy verilmiyordu, hareketli şarkılar kazanıyordu ve tabi batı bizi kıskanıyordu :)’ Tabi canım, yoksa hangi aklı başında ülke; “Aman petrol/ Canım petrol/ Artık sana muhtacım petrol” şarkısına oy vermez ki :) Ya da kimsenin aklına gelmeyecek dahiyane bir fikirle şarkıya o ara dünyaya teğet geçen bir kuyrukluyıldızın adı verilerek yazılan; “Bir müjde ver şu kalplere/ Hay Halley/Haha Halley” şarkısı nasıl kazanamaz bu yarışmayı değil mi ama :))
Şarkı öncesi ülkelerin tanıtımı yapılırdı, tarihi yerlerinden kültürlerine kısacık değinilirdi. Merak ederdik televizyon başında izlerken, gidelim bizde, görelim derdik.
Büyük aşklara da damgasını vurmuş yarışmaydı kendisi, milli damadımız Johnny Logan’ı bu yarışmada tanıdık, Bambiyle birlikte bağrımıza bastık. 1.Dünya Savaşı’nda Almanya yenilince biz de yenilmiş sayıldık ya burada da İrlanda kazanınca biz de kazandık- eş durumundan öyle saydık :)
Çok ciddiye alırdık biz bu yarışmayı, düşük puan alınca yas tutardık. Bakın İngiltere’ye, senelerce sıfır puan aldılar, umurlarında mı! Tek kanallı televizyon döneminden mi, henüz uluslararası başarı gösteremeyişimizden mi bilemem de çok anlam yüklerdik Eurovision’a. Her taktik denenirdi kazanmak uğruna; Romantik şarkılardan tutun da Türk müziği ezgili eserlere, opera aryalarından rock parçalarına kadar her tarzdan şarkıyla. Sonuncu da olduk birinci de, politikaya da yenildik, yanlış kostüm ve şarkı seçimlerine de. Umutlandık her seferinde, şarkılardan olmasa bile komşulardan. Komşu komşunun puanına muhtaçtı neticede. Kabul tamamen politik bir yarışmaydı, oylar ülkeler arası ilişkiler göre verilirdi, pek de adil değildi ama ülkenin adı uluslararası arenada duyuluyordu. Son zamanlarda güzel sonuçlarda alınıyordu. Futbol maçlarında hakkımız yenmiyor mu, hakemler takımı harcamıyor mu, tabiki evet! Ama biz hakkımız yeniyor diye Şampiyonlar Ligi’ne gitmiyor muyuz? Olimpiyatlara katılmıyor muyuz ?
Geçen akşam Eurovision’u izlerken düşündüm bunları, burnum sızladı, gözlerim ülkemizi aradı. Aklımdan geçen de ülkece bu ergen tribinden artık vazgeçip orada yeniden yarışmaktı. Kaç puan aldığımız mühim değildi, bize öyle öğretmemiştiniz; “Hani önemli olan katılmaktı ?”
……………………………………………..*………………………………………………..
Eurovision, sosyokültürel bir olay derken boşuna söylemiyorum. Günlerdir kıyamet kopuyor, yaprak sarmayı da kaptırdık diye Yunan’a. Döneri, baklavası, cacığı derken sıra geldi yaprak sarmaya.
Efendim konu nereden buraya geldi diye soracak olursanız bu seneki Eurovision Şarkı Yarışmasında katılan ülkelerin tanıtımında Yunanistan’ı gösterirken ekranda yaprak sarma yemeği görülüyor. Bizimkiler de; “Nasıl kullanırsınız yaprak sarmayı, o bizim yemeğimiz” diye feryat figan bağırıyor. Ya gördün mü işte ‘yemeyenin malını yerler’, gitmeyenin de sarmasına sahip çıkarlar işte böyle. Hayır izlediniz mi bilmiyorum da o görüntülerdeki sarmayı kastediyorlarsa bizim diye, aman olsun boşverin. Kafam kadar sarmışlar oysa hası serçe parmağı kalınlığında olanlar. Yaprak öyle mi sarılır evladım, madem çalacaksın düzgünce sar. Dolma dolma olalı böyle eziyet görmemiştir zaar :)
Şaka bir yana bu milliyetçilik duygularımızın uçukluğu, beni benden alıyor. Duyuyorum ‘bu Yunanlılar, baklavaya da çökmüşlerdi’ dediğinizi :) Aynı coğrafyada yüzyıllardır birlikte yaşıyoruz arkadaşlar, yapmayın gözünüzü seveyim. Bu kadar kültürel etkileşim, komşuculuk derken adetler kadar yemekler de iç içe geçmiş durumda, benim- senin denmez burada. Bir de biz bulduk diye yemesin mi adamlar! Yaprak sarma tarifi, milli güvenliğimiz için sır mı teşkil ediyor acaba :)
Aaaahhh teee Orta Asya’dan beri yaprak sardığını iddia eden çılgın Türk ahh!
Sen ki Orta Asya’dan kavimin ile gel, yanında da eşek sırtında asma yaprağını ve zeytinyağı getir, Yunanlılara da yaprak sarmayı öğret :) Yapma cancağazım yapma, göçebe adam işi değildir sarma, kendini kandırma! Madem bu kadar içerledin, katalım Yunanistan’ı bizim sınırlara, rahatla!
Zaten Yunan kızları iyi saramıyor, gördük ekranda, en iyi biz sarıyoruz valla :)
Şaka bir yana Osmanlı sınırları içinde Kürtlerden Ermenilere birçok toplum yaşadı, farklı kültürlere evsahipliği yapıldı. Yüzyıllar boyunca iç içe yaşayınca benim yemeğim, senin yemeğin diye ayırmak pek mümkün olmuyor. Kimin olduğundan ziyade kimin tanıttığı, kimin pazarlayabildiği önemli. Al işte adamlar küsmemişler katılmışlar Eurovision’a. Avrupa da onların yemeği sansın!
Bana soracak olursanız; Dolma yuvarlak, iyi saran kazansın ! :)
………………………………………….*………………………………………………………
Bir adamdan bahsetmek istiyorum size, ressamlıktan mucitliğe giden yolun kahramanından…
Samuel, küçüklüğünden beri resim yapan ve kendini bildi bileli ressam olmak isteyen bir gençti. Bu hayalini gerçekleştirmek için Avrupa’ya ve Amerika’ya gitmiş ama reprodüksiyonları beğenilmemişti. Yılmadan gezen ve sürekli seyahat eden Samuel, seyahatlerde yaşadığı iletişim problemlerine çözüm bulmak üzere çalışmalara başlamıştı. 1832’de yine bir Avrupa seyahati dönüşünde, yüz yıldan uzun bir süredir bilimadamlarının üzerinde çalışmakta olduğu telgrafı icat ettiğini sanmıştı. Oysa telgraf daha önceden icat edilmişti. Ancak pratik hayatta çok da elverişli değildi. Birçok kablo kullanarak saatleri, belirli harfleri gösterecek şekilde düzenlenmişti ve telgraf ile mesaj göndermek yavaş ve meşakatliydi.
Samuel kardeşimiz, çözüm için gerekli olan şeyin, mesajların kodlanması olduğunu düşünüyordu. Kod meselesi, daha önce düşünülmemişti ve bu gencin soyadını verdiği kodlama sistemi, dünyayı değiştirecekti. Sistemin başarısı, sadece bir nokta ve bir çizgiden oluşan iki adet sembolden ibaret olmasıydı. Bir nokta- 1 rakamını, iki nokta- 2 rakamını gösteriyordu, 5’e kadar böyle giden uygulama, 5’te bir çizgiye dönüşüyordu. Her harf bir rakamdan oluşuyordu. Samuel Morse tarafından icat edilen Mors Alfabesi işte böyle doğdu. İlk hat Amerika’da Baltimore ile Washington arasında kuruldu bu hafta, kuruluşunun yıldönümünde, tam 177 yıl önce, 24 Mayıs 1844’de ilk mesaj gönderildi; “Sabırla bekleyen, istediğini alır.”
Alfabenin mors olmuş halinin yazılı bu mesajının ardındaki gizli ve bence çok daha önemli mesaj şudur;
‘İnsanlar, sadece noktalarla ve çizgilerle bile anlaşabilir. Bu alfabede görüldüğü üzere insan yeter ki kendini ifade etmek istesin, gerisi birkaç nokta ile birkaç çizgi’ !
CANSEN ERDOĞAN