Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

Cansen Erdoğan (Avukat – Yazar)

cansen@leburo.com

Tüm Yazıları

Haftanın en önemli olaylarından biri olan LGS’ den bahsetmemek olmaz. Hele ki çocuğu sınava girecek bir anneyseniz!

Geçen sene sınava girenler de bu sene girecekler de karmakarışık vaziyette. Hayatı, arkadaşlığı, sosyalliği keşfedecekleri tam da bu senelerde eve kapandılar. Biz daha neler olduğunu, dünyanın nasıl bu hale geldiğini anlayamamışken onlar kurban oldular. Sınav sistemini, kocaman sivri dişleri olan bir canavara benzetiyorum ben, yaklaşanı yakalayıp yutan. Hayatımda bir sınava hazırlanmak amacıyla elime test kitabı verildiğinde ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordum, 9 yaşındaydım ve günde bilmem kaç tane soru çözmek zorundaydım. Bizim zamanımızda 10-11 yaşlarında giriliyordu sınava. Oyuncaklarla oynadığımız, çizgi filmleri heyecanla izlediğimiz yaşta dershaneye gidiyorduk her gün, özel hoca takviyesi yapılıyordu, etüt üstüne etüt konuyordu. Ders çalışıyorduk çalışmasına da aklımız dışarıdaki bisiklette, arkadaşlarla gidilecek piknikteydi. Geri dönüp baktığımda, o yaşlara dair ne hatırlıyorsun diye sorsalar tek hatırladığım; Odaya kapanıp saatlerce ders çalışmalar ve bugün bile ara ara yoklayan sınava geç kaldım- soruları yetiştirmedim şeklindeki kabuslar !

Haberin Devamı

Sonra sistem değişti, 4+4 sistemiyle sınava giriş yaşı 14-15’e yükseldi. Daha iyi mi oldu ? Elbetteki hayır! Ergenlik, gümbür gümbür gelmiş, istenmeyen misafir gibi çoktan yerleşmiş evimize. Niyeti de pek yok gitmeye. O yaşta çocukların aklı, ilk kez keşfettikleri bedenlerinde, dış görünüşlerinde, karşı cinste. Çok şey bildiklerini sanmakla hiçbir şey bilmediklerini anlamak arasındaki iki arada bir derede.  ‘Hadi oğlum çalış’, ‘Kızım, bırak o telefonu artık elinden’, ‘ Sınava ben girmeyeceğim, sen gireceksin’ cümleleri uçuşurken kızılca kıyamet, ortam öyle geriliyor ki terörle mücadele gelse nafile ! İlk defa karşılaştıkları duygularla başetmeye çalışırlarken oturtun bakalım onları kolaysa derse!

Bir nesil düşünün ki kendisini eve kapatıp dershanelere dayanıp durmadan test çözüyor. Üç saatlik bir sınav için yıllarca çalışıyor, aylarca soru çözüyor. Çocukluğunun, yeniyetme ergenliğinin en güzel zamanlarını odasında geçiriyor. Ama yetmiyor, o sınavı atlattıktan sonra bir okula girmek de yeterli olmuyor, devamı hep geliyor; ÖYS, KPSS, Ales,TUS. Sınavlar bitmiyor ama gençlik geçip gitmiş oluyor.

Haberin Devamı

Sınav; Araç mı yoksa amaç mı olduğu hep karıştırılan, sonucunda genellikle başkalarının sizin adınıza karar verdiği kavram. Çocuğuma göre ise; Öğrettiklerinin, öğrenilip öğrenilmediğini çok merak eden kişilerin yaptığı uygulama. ‘Öğrettiler, öğrendim’ diyor çocuk, ne gerek var bunu bir daha sorgulamaya :)

Bir sınavla karakterinin ve sosyal çevresinin şekilleneceği okul belirleniyor. Başka bir sınavla sevip sevmeyeceğinin, yapıp yapamayacağının belli olmadığı mesleği seçiliyor. Başka biriyle memur olup olamayacağına karar veriliyor. Hayatın seyri, 3 saatlik sınavla belirleniyor.

Yıllar geçti, biz büyüdük ve kirlendi dünya. Biz girdik sınavlara şimdi sıra çocuklarımızda. Düşünüyorum da bir gün değişir mi bu sistem acaba, yarış atı olmaktan çıkar mı gelecek nesiller sonunda ?

Haberin Devamı

Aklıma geliyor; Dünya dediğimiz de bir sınav yeri değil mi aslında !

……………………………………………..*…………………………………………………..

Yarışmalar, sınavlar ve bir de yüzümüzü güldüren başarılar !

Zor falan ama kazanınca da keyfi, gururu bir başka oluyor azizim. Tıpkı Aerobik jimnastik Dünya Şampiyonası Tek Kadınlar finalinde dünya şampiyonu olarak altın madalya kazanan Ayşe Begüm Onbaşı’nın bize yaşattığı gibi !

Sımsıkı sarıldık bu habere; Nasıl hasret kalmışız meğer zaferlere, dalgalanmasına bayrağımızın gönderde. Futbolcu olsaydı herkes bilirdi, magazinden olaydı gelmişi, geçmişi önümüzdeydi. Oysa 19 yaşındaki bu kızımız, kariyerinin başından beri tarih yazıyor, madalyaları silip süpürüyor.

Hikayesi ilham verici; Şampiyonanın başlamasına 2,5 ay kala bileğinde, parmaklarında çatlak ve kırıklar olmasına rağmen pes etmiyor, çalışmaya devam ediyor ve acısına rağmen vazgeçmeyip dünya şampiyonu oluyor. Çok zor bir branşta olağanüstü bir kareografiyle şampiyon olmasının yüreğimi en çok ısıtan yönü, 19 Mayıs’ları stadyumlarda jimnastik gösterileriyle kutlayan bir ülkenin yeni nesilleriyle bunu başarmamız. Ve İstiklal Marşı’mız çalınırken onun orada, bizim ekran başında mutluluktan ağlamamız !

Tabi sadece bu da değil. Anadolu Efes Basket Takımının Eurolig Avrupa Şampiyonu oluşu, onca hastalık haberinin, derdin, tasanın üzerine güneş gibi doğdu. Son beş saniyede bile yüreğimiz ağzımızda, kalbimiz küt küttü valla. Maç bitip de şampiyon olunca koltuktan fırladık coşkuyla…

Zeki, çevik ve de ahlaklı olduğu gözlerinden belli olan Atatürk gençleri!

Atatürk, cumhuriyeti size emanet etmişti, bildiği varmış demek ki !

…………………………………….*…………………………………………….

Virüs gitti gidiyor, aşı geldi geliyor derken hayat, kaosa batmış durumda. Bir açılıyoruz bir kapanıyoruz, virüs pazarları ve akşamları bulaşıyor, müzik sesi duyunca kızıyor diye uslu uslu yaşıyoruz. Hayatı hep bir şeylere benzetiriz ya bu ara neye benziyor diye düşünürken rastladım bu anıya hem de tam haftasında;

Nazım Hikmet’e bayram için bir ayakkabı almaya karar verirler. O zamanlarda hazır ayakkabı satan bir yer olmadığı gibi ayakkabı yapan da sadece bir yer vardır. Gittiklerinde ayakkabıcı, Nazım’ın ayağını bir kartonun üzerine koyar ve iyice basmasını söyler ve kurşun bir kalemle ayağının etrafını çizer. Bu karton onun ayakkabı numarasıdır. Nazım, günlerce bu ayakkabının hayalini kurar. Ayakkabıları, bayramdan bir gün önce gelir. O gün onları giymez, yatağının altına koyar ve arada çıkartıp çıkartıp seyreder onları heyecanla uyku tutmaz. Sabah evdekiler uyandığında Nazım’ı ayakkabı kutusu kucağında sandalyede otururken bulurlar. Nazım, devamını şöyle anlatıyor;

‘Ayakkabılarımı babam giydirdi. Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım. Dardı ve canımı yakmıştı ama bunu babama söylemedim. O ‘Sıkıyor mu?’ diye sordukça; ‘Hayır’ yanıtını veriyordum. ‘Dar, ayağımı acıtıyor’ desem geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı. O bayram sabahı, canım yana yana yürüdüm. Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu. Dişimi sıktım. Yürürken artık topallıyordum. Soranlara ‘Dizimi vurdum’ dedim, ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim. Hayat böyle bir şeydi galiba; İstediğin şey için acıya acıya, kanaya kanaya dayanmalıydın !’

Ne güzel çözmüş hayatı Nazım, küçücük yaşta hem de. Kimi zaman dar bir maaş, kimi zaman sevmediğin bir iş.  Kimi zaman dostluklar, arkadaşlıklar, aşklar dar bir ayakkabıya dönüşür.

Canınız yanar. Topallaya topallaya gidersiniz.

Ve bir gün Nazım Hikmet gibi öğrenirsiniz; Hayatın, dar ayakkabıyla yürüyebilme sanatı olduğunu !

3 Haziran 1963; Ölümünün 58.yıldönümünde rahmetle anıyoruz Nazım Hikmet’i !

Işıklarda uyu !

 

CANSEN ERDOĞAN