Maradona’nın futbol kariyerini bir Türk’e borçlu olduğunu söylesem ne yaparsınız ?
‘Hadi canım, yok artık’ dediğinizi duyar gibiyim. Ama gerçekten de öyle. Geçenlerde vefat eden, dünyanın en iyi futbolcusu ünvanına sahip Maradona’yı futbol tarihine kazandıran isim Vahram Çitçioğlu isimli bir Türk. 14 yaşındayken Ordu’dan Arjantin’e göç eden Çitcioğlu, Arjantin'de "Deportivo Armenio" isimli, göçmen Ermenilerden oluşan bir futbol kulübü kuruyor ve Diego Maradona'yı takıma alarak futbol kariyerini başlatıyor. İmkansızlıklar içinde yaşayan, kimi zaman bir lokma ekmeğe muhtaç, kenar mahallelerden birinde doğan, oradakilere umut olan, tutkulu çalışma disiplini, halkı kucaklayan sözleri, zaferleriyle bir idoldü o, nam-ı diğer Arjantin’in cep tanrısı. Çocukların kahramanıydı Maradona, banliyölerin devrimci ruhlu kısa adamı !
Yeteneği bir yana onu Maradona yapan hayattaki duruşuydu bence. En tepeyi de en dibi de aynı umarsızlıkla kabullenişiydi ilginç olan. Elle attığı golü bile Tanrı’nın eli diye yedirtecek kadar emindi kendinden. Düştü kalktı, battı çıktı. Futbola aşıktı, hayatını da kendi istediği gibi yaşadı. Bu kısma özellikle vurgu yapıyorum çünkü ne yazık ki bizler kendimiz için yaşamayı unuttuk artık. Aman ailemiz gurur duysun, mahalle saygı duysun, eş-dost-akraba hayran olsun, çoluk çocuk mutlu olsun. E peki biz ne olacağız? Ne zaman hayallerimizin peşinden koşacağız?
Koşamayacağız çünkü onları gerçekleştirmek için para kazanmaya çalışacağız. Sonunda da yaşlanıp siyatik olacağız.
Hayat kısa, kuşlar uçuyor diyor ya duvar yazısında, doğru valla. Leylekler getirdi bizi dünyaya, yarasalar da götürecek gibi gözüküyor, gidişata bakılırsa. Evet belki hayatta kolay bir şey yok ama onca zorluğa karşı da buna değen şey çok. Ulaşabileceğini hissettiğin her şey sana ait, atman gereken sadece bir adım. Bu adım, bazen gitmek bazen dönmek bazen de sadece durup sessizce kabullenmek. Yarın ne olacağı belli değil o yüzden kimse için üzme kendini, harcama vaktini. Valla formülü de gayet basit;
Hayatın tadını çıkar !
Baktın olmuyor, tadını kaçıranı hayatından çıkar !
……………………
Gündemde yine bir magazin haberi var; İki Survivor yarışmacısının çekildiklerinden habersiz, hararetli öpüşmeleri, sosyal medyada gümbürtüye yol açtı. Bu görüntüleri çeken kim, basına sızdıran kim, yayınlamak etik mi değil mi tartışmaları aldı başını gitti. Bence mevzuyu önce Survivor yarışmasından başlayarak değerlendirmek lazım. İster beğenelim ister beğenmeyelim Acun Ilıcalı, Türk halkını fazlasıyla çözmüş. Ne hissettiğimizi, neleri sevip neleri beğenmeyeceğimizi, ne zaman heyecanlanıp ne zaman kanal zaplayacağımızı öğrenmiş. Tutkulu bir Survivor izleyicisi değilim, aralarda denk gelince bakıyorum ve aslında sistemin de her sene aynı işlediğini görüyorum. Yakışıklı ve kaslı birkaç erkek, spor geçmişi olan kadınlar, asabi bir yarışmacı, varoşların sesi bir adam. Bir adet komik, bir adet feleğin çemberinden geçmiş kişi ve bir adet de deli. Açlık ve rekabet ile harmanlanan, lüks tekneler, lüks evler, sürat motorları, dünya starları ile yaratılan bir rüyanın içinde buluyor izleyenler, kendilerini. Her yarışmada, kendileriyle özdeşleştirip bir bakıma kabul görme, onaylanma, beğenilme, takdir edilme duygularını tatmin ediyorlar. Zorluklar içinde ayakta kalma mücadelesi veren bir yandan da kazanma hırsı ile parkurları bir bir geçen yarışmacıyı sahiplenip bağırlarına basıyorlar. Onu destekledikçe kendileri, çocukları, dostları kazanıyormuşçasına sevinip mutlu oluyorlar.
Mutlu olmak! Yeterince zor, yıpratıcı, kaotik şu hayatta en çok ihtiyaç duyulan da zaten bu değil mi ?
Evet, işte bu ustalıkla kurgulanmış, ince ince planlanıp organize edilerek servis edilen, adına da Survivor denilen programdaki yarışmacılar, birden ünlü oluyorlar. Daha düne kadar kimseler tanımazken yarışma sonrası neredeyse tüm ülkenin tanıdığı, bildiği isimler oluyorlar. Reklam anlaşmaları, televizyon programları, sosyal medya çılgınlığı derken program final yapıyor. Yarışmacılar haklı olarak bileklerinin gücüyle, alınlarının teriyle kazandıkları ünleri devam edecek sanıyorlar. Ama hep aynı şey oluyor, yarışma bitiyor, şan- şöhret unutuluyor. Kimse onları hatırlamıyor.
İşte öpüşürken yakalanan yarışmacılar Nisa ve Barış da akıllara şu soruyu getirdi;
Bu öpüşme, kendilerini hatırlatmak için yapılan bilinçli bir hareket mi ?
Her ne olursa olsun, özel hayata saygı gerekli. Görmek, tanık olmak tamam da bu görüntüleri yaymak, paylaşmak doğru değil bence. Ünlülerin özel hayatının merak edilmesi, paparazzilik denen mesleğin ortaya çıkış sebebi. Tanınmış kişilerin de kamera arkası hayatı, fazlasıyla ilgi görüyor, merak ediliyor tabi. O yüzden de bu öpüşme görüntülerinin yankı bulması da normal haliyle. O zaman da şunu sormak lazım;
Ünlülerin özel hayatının kendilerinin izni olmaksızın ifşa edilmesi, hukuki anlamda suç oluşturur mu ?
Bu konuda birbirinden farklı, çeşitli mahkeme ve Yargıtay kararları mevcut. Suç oluşturmayacağı kanaatine varan mahkeme kararlarını bozan Yargıtay kararları olduğu gibi aksine de hükümler var. Ama bence bununla ilgili emsal olarak alınacak en önemli karar Anayasa Mahkemesi kararı. Geçtiğimiz senelerde balkonda öpüşürken yakalanan iki ünlü oyuncunun kameralara yakalanmalarının ardından başlattıkları hukuki süreç sonunda Anayasa Mahkemesi;
“Kişilik hakları yönünden hassasiyet taşısa da görüntülerin herkes tarafından görülebilen kamuya açık bir yerden çekilmiş olması ve görüntüsü çekilen kişilerin toplum tarafından tanınır olması sebebiyle mevcut durum, basın özgürlüğü sınırları içerisinde kalmaktadır.” gerekçesiyle görüntüleri çekilen kişilerin, mahremlerinin korunması hususunda yeteri karar hassas davranmadığına karar vermiş ve taleplerini reddetmişti.
Ünlü olmak zor zanaaat, getirisi olduğu kadar götürüsü de çok. Ağır, kocaman bir küfe, sırtında yük.
Bazen seçimdir şöhret bazen de kader. Sonuçta herkes bir yaşam seçer, seçtiği yaşamın bedeli öder !
CANSEN ERDOĞAN