Okumak mı? Yazmak mı? Bence yazarlara röportajlarda ilk sorulması gereken şey bu. Hangisi daha ağır basıyor? Bakıyorum, öyle bir zaman oluyor ki, yazmaktan okumaya çok az vakit kalıyor. Oysa yazma serüveninin benim için başlangıcı okumayı sevmekti.
Her gün en azından bir sayfa bir şey okumayınca suçluluk duyanlardanım. Bilimsel makalelerden, köşe yazılarından, facebook’a düşülmüş notlardan, araştırma kitaplarından bahsetmiyorum. Roman, öykü, şiir okumaktan bahsediyorum. Sırf bu yüzden evin çeşitli yerlerine şiir kitapları serpiştirdim ki gün içinde en azından bir iki mısra okuyabileyim.
Kıskançlığın böylesi
Son okuduğum kitaplardan biri Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı. Üç genç kadın, görmüş geçirmiş, intikam peşinde bir kadının ardına takılıp yola düşüyor. Ya kendilerini arıyorlar ya birilerini ama mühim olan yolda çok şey buluyorlar.
Ben kitabı okurken sürekli bir kıskançlık duygusuyla kıvrandım durdum. Kitabın anlatıcısının bir otelde bulduğu Maryam, Amira ve Madam Lilla neden şimdiye kadar benim karşıma çıkmadı? Neden ben de hiç tanımadığım, bilmediğim bir yerde tek başıma hayatla başa çıkmaya çalışırken böyle bir rüzgar gibi beni alıp, yanına katacak, boş torbaymışım gibi bir yerden diğerine savuracak kadınlarla tanışmadım.
Daha önce de söyledim, bir yazar olarak kitabın yazarını herhangi bir karakterle özdeşleştirmemeye özen gösteriyorum. Gel gör ki bir yandan da o dört kadından birinin Ece olduğunu düşünmekten ve en azından onu tanıyor olmakta teselli bulmaktan kendimi alamadım.
Ece böyle kadınlarla tanıştıysa benim de tanışma ihtimalim vardı. Dahası belki beni de tanıştırırdı.
E, tanıştırmıştı ya işte. Romanda. İlla ki ete kemiğe bürünmeleri mi gerekiyordu?
Romanda cinsiyetçilik
Görünüşe göre okurlar olarak romanlardaki kahramanları hayatımıza entegre etme eğilimimiz var. Aralarından birini çok sevdiğimiz zaman yaşantımızın bir parçası olsun istiyoruz. O kadar ki bir romanın kahramanını sevip sevmemek romanın beğenilip beğenilmemesine neden oluyor.
İşin tuhafı ise romanlarda bile bir cinsiyet ayrımcılığının olması. Abartma Aslı demeyin, düşünün.
Edebiyat dünyasında konuşulan bir mevzu bu. Şimdiye kadar anlaşılan o ki bir romanda ağzı bozuk, kötücül, hatta bazen zulmeden erkek karakter romanın beğenilebilirliğini etkilemezken kötü kadın karakter okurda kitabı reddetme hissine sebebiyet veriyor.
Kim bilir psikolojimizin hangi katmanındaki kodlardan kaynaklanıyor bu ayrımcılık, ama kesin olan sadece hayatta değil, okuduğumuz hikayelerde de belirlenmiş normlara uygun davranan kadınlar arıyor olduğumuz.
Kendi adıma konuşacak olursam, ben ne romanlarda ne de hayatta belirlenmiş standartlara uygun kadınlar aramıyorum. Ece’nin kitabında olduğu gibi büyük bir suç işlemiş olsa dahi bir kadının aklı ile gönlünü birlikte kullandığı sürece peşine takılıp gidebileceğimi hissediyorum.
12 dikiş
Ayrımcılıksa ayrımcılık. Elimde değil, kadını erkekten ayırıyorum. Buyrun, kadını daha üstün görüyorum. Ve hatta onun işlediği suçu görmezden gelebiliyorum. Dört aylık hamile bir kadından bizzat dinlemiştim. Kocasının kafasında borcam kırdıktan sonra üstüne bir de boşamış. Yıllar sonra, doktorlar çocuk yapman gerekiyor dediğinde aynı adama gel beraber çocuk yapalım demiş. Yapmışlar. Peki, dedim, tekrar evlendiniz mi? Yok, dedi, ben onunla bir daha evlenmem. Ama ilk çocuğumun babasıdır, bunun da olsun. Sonuçta it değil, uğursuz değil.
İçimin yağları eridi. Kitapta böyle “kötü” kadın karakter olsun, sayfalarca okuyayım.