Ektiği ya da ekeceği çime basmayanlardan mısınız yoksa sırf üzerinde oturmak, yatmak, dolaşmak için çim bir bahçe isteyenlerden mi? Bu iki seçim arasında büyük fark vardır.
Çocukluğumu, daha önce de bahsettim, şeker fabrikaları lojmanlarında geçirdim. Biz onlara koloni derdik. Gerçekten de kelimenin hakkını verecek şekilde şehrin yerlisi olmayan, tayinlerle göçebe gibi yaşayan insanların bir araya gelip yaşadığı bir ortamdı. Sokak kapılarının üzerinde anahtarların bırakıldığı serbest bir yaşam. Her tarafımız çimdi, ağaçtı, çiçekti. Bugün maalesef anne babaların çocuklarına vaat etme ihtimali gitgide azalan muhteşem bir hayat.
Tayinlerle kadroların sürekli değiştiği bu hayat içerisinde biz çocuklar, bulunduğumuz yere yeni birinin geleceğini öğrendiğimiz zaman kuş gibi beklemeye koyulurduk: Bakalım yeni gelenlerin kaç çocuğu olacak, nasıl olacaklar. Anne babalarımızdan az çok haberlerini alırdık, bir oğlan bir kızmış, şu yaştalarmış. Yeni kan gelecek, bir sevinç bir sevinç.
Bu beklentiyle birlikte benim daima dikkat ettiğim başka bir husus vardı. O da, şayet yeni gelen fabrika müdürüyse ilk icraatı olarak çimlere yaklaşımı ve buradan yola çıkarak aileyi analizim. Zira yeni müdür ya kimsenin çimlere basmasına aldırmaz, hatta hemen kapı önünde tertip edilen bir piknikle bunu aşikâr eder ya da hemen tüm yeşil alanların üzerine bir tabela çaktırırdı: Lütfen çimlere basmayınız! İkincisi oldu mu anlardım ki, ben o ailenin çocuklarıyla anlaşamam, arkadaşlık kurmaya yeltenmeye lüzum bile yok.
Talana inat
Benim de zamanı geldiğinde fabrika müdürlüğüne terfi eden aslan babam ise çimlerin üzerinde top oynardı. Belki şu düsturdan yola çıkarak:
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için...
Aynı şiirinde Nazım Hikmet bir de der ki:
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
Ben ve benim gibiler (Leyla ile Mecnun’cular) ülkenin dört bir yanından gelen doğanın talan haberlerine inat zeytin ağacı dikiyoruz, kendimize bir avuç çimenlik yapıyoruz ki günün birinde toza karışacak bu dünyada en azından ömrümüz yettiği kadar ayağımızın altında bir kez daha o serinliği hissedelim, çoluğumuz çocuğumuz yediği zeytinin nereden geldiğini bilsin.
Yaşamaya dair
Genco Erkal’ın bu yıl uyarlayıp yönetmeye başladığı, adını yukarıdaki şiirden alan Yaşamaya Dair Bursa Cezaevi’nden Mektuplar adlı oyunu 6 Eylül itibariyle İstanbul’da yeniden sahnelenmeye başlayacak. Bugüne kadar Erkal’ın hiçbir oyununu katıla katıla ağlamadan seyretmişliğim yok, mutlaka yine aynı şey olacak. Genco Erkal ayrıca Türkiye’yi sanattan mahrum bırakmaktan hoşlanmayan bir usta, eminim turneye çıkacaktır. Gözünüz üzerinde olsun.