Milliyet gibi köklü bir kurumun yazarı olmak benim için oldukça anlamlı çünkü Türkiye’de eksik olan en önemli şeylerden biri köklenmek ve bu sayede belli bir aidiyet duygusuna sahip olmak
Bir psikiyatrist ve psikoterapist olmama rağmen benim de bir Babıali geçmişim oldu işte. “Ben Radikal’de yazarken...” diye başlayan anılar bile anlatabilirim. Babıali’yi yaşı 30’un altında olanlar bilmez.
Bütün gazete merkezlerinin Cağaloğlu civarında olduğu o gençlik günlerim. Cumhuriyet gazetesinin tarihi binası yedi yılımı geçirdiğim İstanbul Erkek Lisesi’nin (İEL) tam karşısındaydı. İlhan Selçuk, Oktay Akbal, “İEL’nin çocukları Duyunu Umumiye’nin avlusunda top oynuyorlar” diye başlayan yazılar yazarlardı. “Beni de görüyorlar mı acaba?” diye sorardım kendime. Sevdiğim köşe yazarlarıydı her ikisi de. Hele Oktay Akbal’ın öykü tadındaki hüzünlü yazılarını ne kadar çok severdim.
Edebiyatçı köşe yazarlarının son temsilcisi Çetin Altan, 1959 yılında Milliyet’te yazmaya başladı. Ara vermiş olsa bile 2015 yılında ölene kadar da Milliyet’te yazmaya devam etti. Böyle köklü bir kurumun yazarı olmak benim için oldukça anlamlı çünkü Türkiye’de eksik olan en önemli şeylerden biri köklenmek ve bu sayede belli bir aidiyet duygusuna sahip olmak. Göçebe ve barbar bir topluluk olmak açısından geri adım atmamakta kararlı insanların coğrafyasında, 1926 yılından beri var olan bir gazete Milliyet.
Ben de bundan sonra her pazar Peyami Safa’ların, Refik Halid’lerin yazdığı bu gazetede, insan ruhuyla ilgili yazılar yazacağım. Çok fazla gerekmedikçe gündemle ilgilenmeyeceğim. Çünkü bir terapist bu ülkede gündemle ilgili yazacaksa, durmaksızın travma ve yas üzerine yazmak zorunda kalır. Oysa ben insan ruhunun labirentlerinde dolaşmak, ilişkilerin basit ama bir o kadar da çetrefilli sokaklarında kaybolmak istiyorum.
Türkiye’de umut etmeye devam etmek zorundayız
Vasattan sıyrılmanın tek yolu vardır; birey olmak. Birey olmak, “Doğucu” görüşün hemen yaftalamaya hazır olduğu gibi, gelenek görenekten uzaklaşmak, toplumsal değer yargılarını bir kenara bırakmak, dejenere ilişkiler yaşamak anlamına gelmez. Sosyal psikoloji dünyasının en önemli isimlerinden Çiğdem Kağıtçıbaşı, geleceğin bireyini, içinde bulunduğu toplumun değer yargılarına saygı gösteren ama o toplumun bir üyesi olduğu kadar, onu diğer grup üyelerinden ayıran bireysel özelliklere sahip olan kişi olarak tanımlar. O gelecek Türkiye için bir türlü gelmemiş olsa da umut etmeye devam etmek zorundayız çünkü toplumsal gelişimin, uygarlaşmanın, özgür ruhlara sahip olmanın, ötekinden, farklı olandan korkmamanın tek yolu birey olmaktan geçer.
Psikoloji bilimi bireyin ortaya çıkmasına paralel bir gelişim sergilemiştir. Bu topraklara geç uğramasının ana nedeni de budur. Başarılı, huzurlu bir birey olmaktan daha ziyade, iyi bir görümce ya da gelin olmak toplumsal onay alır bu topraklarda. Oysa yalnızca iyi bir gelin olmak, çoğu zaman boyun eğmeyi, soru sormamayı, karşı çıkmamayı da beraberinde getirir ve her türlü iktidarın istediği şey tam da budur.
Psikoloji insanın kendini huzurlu ve mutlu hissetmesinin, temel ruhsal ve duygusal gereksinimlerinin karşılanmasıyla mümkün olduğunu söyler. Bu da dayanışmanın, yardımlaşmanın, ötekini anlayıp anlayış göstermenin, “sahip olma”nın değil “olma”nın ön planda olduğu toplumsal ortamlarda gerçekleşir. Kişi kendini güvende hisseder, hayatın öngörülebilir olduğunu düşünür, haz alabildiği uğraşlara sahip olursa huzurlu ve mutludur.
Psikoloji, felsefe ve edebiyat bilmeli
Psikoloji verili toplumsal koşulları göz ardı etmeden, kişinin bu gereksinimlerinin farkına varmasına ve onların karşılanması için çaba sarf etmesine yardım etmesi durumunda toplumsal görevini yerine getirmiş olur. Bunun intrapsişik, yani bireyin kendi ruhsal dünyasında değil, interpsişik, yani kişiler arası ortamda gerçekleşebileceğini göz ardı eden bir psikoloji gerici bir psikolojidir.
Bu anlamda psikoloji, antropoloji, sosyoloji, felsefe ve edebiyat bilmek zorundadır. “Kreutzer Sonat”ı okumamış bir terapistin ilişkiler ve aile konusunda eksik olduğunu rahatlıkla öne sürebilirim. Ya da 150 bin yıl boyunca Homo sapiens’in nasıl yaşadığını bilmeden, kadının evlilik kurumu içindeki sıkışıklığını değerlendirebilmek de mümkün değildir.
Yazılarımda psikolojiyi düzenin koruyucusu olarak değil, insanı düzenden koruyan bir araç olarak nasıl kullanabileceğimizi, insanlık tarihinin en karanlık yüzyıllarından biri olan 21. yüzyılda, her şeye rağmen, ötekiyle ilişkisinde, belli değerlere sahip olarak ve etik sınırlar içinde yaşayarak gelişebilen canlılar olduğumuzu göstermeye çalışacağım.
Öyleyse hoş bulduk!