YazarlarAdam mı, şeytan mı?

Adam mı, şeytan mı?

09.12.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Adam mı, şeytan mı?

Adam mı, şeytan mı

Oltasını özenle yemledi, salladı, bekledi, neden sonra bir balık oltaya sert vurdu, balık ipi almış götürürken Vasili ipe yapıştı, durdurdu, çekmeye başladı, büyük, oynak bir levrek, bütün ışıltısıyla, yanar döner, sudan fırladı geri düştü, suyun yüzünde oraya buraya kaçmağa çalıştı ipi koparamadı, bu sırada da Vasili onu tekneye çok dikkatli aldı. Bu büyüklükteki levrekler hem çok lezzetli, hem de canavar olurlar, parmağını kaptırmağa gelmez, koparamazlarsa da keserler.
Oltasını bir daha, bir daha attı, hep levrek geliyordu. Levreğin buğulaması kırmızı, kanatlı, büyük gözlü kırlangıcın buğulamasından daha lezzetli olur ya, bütün denizin kokusunu levrekle birlikte içemez, yiyemezsin. Levrek de başka bir güzel kokar baharda, mayıs ayında.


FIRAT SUYU KAN AKIYOR BAKSANA (16)



Vasili öğleye kadar çalıştı. Bir levreği dörde böldü kediye verdi. Kedi, kuyruğu sevinçten titriyerek levreğini yedi, geldi kıç üstüne yattı, hemencecik de yalanmağa koyuldu. Adaya ağır ağır döndüler. Vasili düşünceliydi.
Vasili çok güzel buğalama yapardı. Bunu da adalardaki, kıyılardaki balıkçı arkadaşları bilirlerdi. Bu hüneriyle de öğünürdü.
Balıkları özenle temizledi. Yazık ki taze domates yoktu, ama ermiş Tanasinin evinde hem domates, hem de biber salçası, hem de nar ekçisi, hem de kırmızı soğan vardı. Ermiş Tanasinin bahçesindeki soğanlar daha şimdiden yaprak vermişti, birkaç gün sonra yenebilirdi. Kıvırcık salatalık daha şimdiden yenecek durumdaydı. Bir de bol biberli, nar ekşili, kırmızı soğanlı salata çekmeliydi ki levrek buğulamasının yanına felek de maşallah, desin.
Sen hiç Sarıkamışı gördün mü kedi? Sarıkamış içinde Aynalı Çarşı. Aynalı Çarşı cehennem. Sen Aynalı Çarşıda uçup da denize gömülen gemileri hiç gördün mü? İyi ki görmedin. Sen hiç parça parça olmuş, üst üste tepelerce yığılmış, siperleri, koyakları, çukurları ağzına kadar doldurmuş ölüleri gördün mü? Ovalar dolusu çürümüş, kokmuş, kokusu insanı boğan ölülerin üstünden hiç yürüyerek geçtin mi? Sarıkamış savaşını görmemiş, yaşamamış insan dünyada hiç bir şeyi görmemiş, yaşamamış, demektir. Erzurum içinde Aynalı Çarşı. Sen kedi, sen hiç, uykucu, rahat, gerinen kedi, sen hiç Allahuekber dağında olup bitenleri gördün mü? İnsan boyu, iki insan boyu karın içinde yalınayak, başı kabak, pantalonu yırtılmış, kaputsuz, ceketsiz, koyunları bit dolu, donmuş elleriyle kaşınamayanları, Rus topçusunun karlı dağları ateşe, zindana çeviren güllelerini, karla birlikte uçuşan kolları, bacakları, kollarla bacaklarla, gövdelerle birlikte gökten yağan kanları, Allahuekber dağlarının doruklarında fırtınaya, boraya tutulup donan, taş kesilen, donmuş kirpikleri, kaşları, donmuş gözleriyle bakan onbinlerce askeri gördün mü hiç? Sen bunları görmediysen hiç bir şey görmedin demektir. Sen bunları görmediysen kedi, niçin bir tekneye binip de karşı kıyıda karaya çıkmıyorsun? Sen bunları görmediysen, insanların yüzüne bakmaktan niçin utanasın? İstersen, gel seni karşı kıyıya bırakayım. Karaya çıkar, kokusunu aldığın ilk iyi adam sandığın kişinin bacaklarına, bütün sıcaklığın, tatlılığınla sürünürsün. O da bundan hoşlanır ya... Balkan harbi, Çanakkale, Sarıkamış, Amele Taburları, sen bunların hepsini birkaç yılda üstüste yaşadın mı kedi? Günlerce aç kaldın mı, günlerce susuz kalıp, kurtlu sular içtin mi? Dumlupınarda öldürülmüş binlerce kokmuş, çürümüş, liyme liyme olmuş ölüyü toplarken, toplar gömerken yüzlerce Amale Taburu askerinin öldüğünü duydun mu, gördün mü? Duymadıysan, görmediysen bu dünyada ne hiç bir şey duydun, ne de hiç bir şey gördün. Sen bir insan olsan bir daha şu insanların içine çıkar, bir daha onların yüzlerine bakabilir misin?
Dur kedi, dur, sana bir buğulama levrek yapayım da gör, öyle bir buğulama yaparım ki sana levrekle birlikte parmaklarını da yersin. Türkler, bir yemeğin lezzetini anlatmak için böyle söylerler.
Üç gün, hiç inmeden tepede bekledi. Tepe, dört bir yandan esen yellerle gelen, insanı sevinçten uçuran kokularla kokuyordu. Bu adada doğmuş, burada büyümüştü, şimdiye kadar burnu ne bu kokuları koklamış, ne de gözleri deniz beyazken kıyıya indiğinde denizin yüz bin renkle menevişlenerek, bir renk fırtınasında savrulduğunu, çiçeklerin böylesine parlak, böylesine adayı, renk renk, ağzına kadar doldurduğunu görmüştü. Esen yeller bile masmavi esiyordu.
Vasili, bütün bunları, ölümü kalımı düşünürken savaşları, ölümleri kırımları, işkenceleri açlıkları birlikte düşünüyor, acıdan,sevinçten uçarken kanatları eriyip yere çakılıyordu.
Üç günün sonunda, bir sabah, gün ışırken adaya epeyce yaklaşmış, doğu yönünden iskeleye doğru gelen bir kayık gördü, Vasilinin yüreği hop etti, sevinçle ayağa fırladı. Sevgiyle titredi. Koşarak aşağı inecek, gelen kişinin boynuna sarılacak, onu bir sevinç kasırgasına boğacaktı. Bu arada kedi bacaklarına, yumuşacık sürünüyordu. Bir, biraz daha turunculamış kediye, bir kayığa baktı, gerisin geri geldi mermer taşın üstüne oturdu. Kayık o kadar yavaş ilerliyor, kürekler o kadar ağır kalkıyor, iniyordu ki, Vasili, bu adam yorgunluktan ölüyor, diye içinden geçirdi. Nerdeyse az sonra uyuyup kalacak, kayık da başıboş akıntıya kapılıp karşı kıyıda karaya vuracaktı. Ayakları aldı onu aşağıya çekti götürdü. Koyağın yamacından, açıklıkta yürüdü. Görünürüm görünmem diye de bir şey düşünecek durumda değildi. İçi alıp veriyor, gittikçe de kendini öfkelendiriyordu. O kendini iyi bilirdi, aşağı ininceye kadar kendini kudurtacak, bir kurşunda da şu gelen, şu yorgun, şu uykusuzluktan ölen kişiyi tam alnının ortasından vuracaktı.
Gözlerini de kayıkçıdan hiç alamıyordu. Küreklerin de iniş çıkışları gittikçe yavaşlamıştı. Bir süre kürekler, bir daha hiç kalkmayacakmış gibi, kayığın yanlarında sürüklendi kaldı, sonra da ağır ağır kalktı, havada asılı kaldı, ardından da gene usulca suya indi.
Kayık epeyce yaklaşınca içindeki adam doğruldu, yorgun, bitkin, ter içinde kalmış karanlık yüzüyle ayağa kalktı, iskeleye, çınarlara, evlere baktı, gülümsedi. Kayık, küçücük dalgalarla sallanıyor, ayaktaki adam da sağa sola yalpalıyor, düşecekmiş gibi oluyor, geri doğruluyordu.
Vasili bu sırada hiç telaşsız, soğukkanlı, gözü dönmüş, kamış köklerinin, böğürtlenlerin sardığı çukura indi, tüfeğinin namlusunu bir kamış kökünün üstüne koydu, gez, göz, arpacık tam alnının ortası... Elleri titredi, çözüldü. Adam da kayıkla birlikte sallanıyordu. Tetikteki parmağını çekmese titreyen parmağı iniverecek, kurşun da uçup gidecekti.
Sonra, kayıkla birlikte yalpalayan adam kendine geldi. Yüzü bir iyice aydınlandı, kendi kendine güldü, biraz önceki bitkin, gülümsemeyi bile unutmuş yüz, açıldı, sevinçten şakıdı. Küreklere oturdu, gülümseyerek asıldı, biraz önceki ölü gibi kürek çeken kişi sanki bu değildi. Kürekler, kayık, adam, hep birlikte, bir sevinç uğuntusunda kıyıya koşuyorlardı. Vasili de kendini bu sevince kaptırmış, o da sevinçten içi apaydınlık, pır pır olmuş uğunuyordu. O sırada kedi de geldi omzunun üstüne oturdu, boynunu yalamağa başladı. Vasili elini mavzerden çekti, kediyi omzundan aldı önüne koydu, okşamağa başladı. Solundaki top top açmış katmer nergis, ılık bahar güneşine bütün çiçeklerini sermiş, başdöndürücü bir kokuyla kokuyordu. Okşanan kedi de öyle bir mırıldamağa başlamıştı ki, on beş yirmi adım öteden duyulur. Nergis, kedi, yaprakları tirtir eden ilerdeki kavak ağacı, Vasili, uçup gelen kayık, içindeki adam bir esrikliğin tansık dünyasında kıvanıyorlardı.
Kayık o hızla geldi, yarısına kadar çakıltaşlarının üstüne çıktı. Kayığın durmasıyla adamın atlaması bir oldu. Çakıltaşlarının üstünde şaşkın duran adam çınarlara doğru birkaç adım attı, ağaçlara, mutlu sevinç içinde gülerek baktı. Vasili, şimdi, şu anda bu adam dünyanın en mutlu adamı, diye düşündü. Bunca yıldır, hiç böyle mutlu, ağız dolusu gülen bir kişiyle karşılaşmamıştı. Yalnız çocuklar böyle ağız dolusu, böyle mutlu gülerler.
Adam, bir süre çınarlara baktıktan sonra evlere döndü, ilk eve girdi çıktı, evlerin önünden birkaç kez geçti, sonra gözden yitti. Köyün içine girmiş olacak.
Vasili,mavzeri, kedisi, nergisleriyle orada oturmuş kalmış, yerinden kıpırdamıyordu. Neden sonra kendine geldi ki, adam daha ortalıkta yok. Kamışların içinden fırladı, koyaktan tepeye doğru koştu, bir sivri kayanın üstünden, kendini gizliyerek ev aralarına baktı, kimseyi göremedi. Meraklandı, bu adam cin miydi, şeytan mıydı, az önce gözünün önündeyken, birden nasıl yitip gitmişti? Değirmenin üstbaşındaki çukurdan doğuya doğru çıktı, ta buruna kadar gitti geriye döndü, sivri kayanın üstünde çok eğlenmedi, aşağıya, kamışların içine indi, tüfeğini, kedisini kucağına aldı, sırtını da bir kamış köküne dayadı. Nasıl olsa, eninde sonunda adam kayığının yanına gelecekti. Gün kızdırdıkça nergisler daha da yoğun koktu, başdöndürücü.
Bir ayak sesiyle ayağa fırlayan Vasili, tüfeğini kaptı eli tetikte nişan aldı, az daha kendine gelmese, adamın yorgun, bitkin, dökülen, acıya kesmiş yüzünü görmese çoktan tetiğe basmış gitmişti. Elleri titredi, çözüldü, tüfeği elinden düşecekti, sıkı kavradı, bacakları büküldü, az önceki oturduğu yere sağıldı, kedi de geldi kucağına oturdu, az sonra da mırıldanmağa başladı. Nergisler de kokularını fora ettiler, ortalığa salıverdiler. Az daha adamı öldürüyordum, diye içini çekti Vasili. Dur bre arkadaşım,ne oluyor yahu andiçtin, hemen bugün öldürmen mi gerekiyor? Dur bakalım, baksana adam yorgunluktan ölüyor, bitmiş tükenmiş, insan olan insan bu durumdaki insanı hiç öldürür mü? Savaşta, insanlar birbirlerinin bitkin, yılmış, canından bıkmış yüzlerini görseler, Türklerin dediği gibi, alimallah, birbirlerine kurşun sıkamazlar. Süngü süngüye döğüşün, bundan dolayı, acısı büyüktür. Süngü savaşına girmiş bir kişi bundan dolayı ölünceye kadar mutlu olamaz, kendine gelemez, yaralı kalır. Bir insan bir insanın yüzüne baka baka onu kolay öldüremez. Bir insanın bir insanı öldürmesi kendisini öldürmesinden de zordur.
Adam kayığına geldi. Yüzü de gittikçe yorgunlaşıyor, tükeniyor,bitiyor, kararıyor, acıya kesiyordu. Şu anda bu adam tepeden tırnağa acıya kesmiş. Kimbilir ne acılardan geriye kalmış. Ancak sürekli acı çekmiş insanların, acıya dayanmışların yüzleri böyle olur. Bir tepeden tırnağa acıya keser, bir ağız dolusu gülerler, ömürlerinde yanlarından acı geçmemiş gibi.
Adam, kayığına yapıştı, biraz daha karaya çekmek istedi, kayığı yerinden bile kıpırdatamadı. Doğruldu, yanına yöresine bomboş gözlerle bakındı, bir daha yapıştı, kayığa, kayık gene yerinden kıpırdamadı, ilk eve gitti, girdi, geri çıktı, geldi, kayıktaki yatağa asıldı, yük kalınca bir kendirle sarılmıştı, dışarıya çekti. Yatak yerinden kalkmadı. Adam bir daha asıldı, yüzü gerildi, boyun damarları şişti, adam yükü aldı, bacakları büküldü, ama bitkin adam sırtladığı yükünü eve kadar götürdü. İçeriye attı, kendi de bir daha dışarıya çıkmadı.
Vasili ikindiye kadar bekledi, sonra da kalktı gitti.
O gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha gün doğmadan yataktan çıktı, giyindi. İskele yönüne baktı, kimsecikler yoktu ortada. Varsın olmasın, dedi Vasili, kuş kafese girdi. Kayığıyla, yatağıyla, sandık sepetiyle gelmiş ki buraya yerleşe. Ne olacak, birkaç gün daha yaşasın, ne yitirir ki... Gariban, kimbilir, ne müthiş acılardan geçmiş, geçmiş de gelmiş bu ıssız adaya tek başına sığınmış. Belki de bir kaçaktır. Bir eski eşkiya, bir katil, bir siyasidir. Duru mavi gözleri bir çocuğun tertemiz gözleri gibi. Yöreye hayranlıkla, sevgiyle bakıyor. Bu adam öldürülür mü, öldürülür. Öldürülmeyecekse niçin bu adaya geldi öyleyse? Bu dünyada hiç başka ada kalmadı mı? Bu adam bu adaya düpedüz kendisini öldürtmeğe geldi. Ben mi bu adamı öldüremem, gözleri duru çocuk gözleri gibi, hayranlıkla dünyaya bakıyor, diye mi? Gözleri her gördüğü şeyi sevgiyle okşuyor, bu kadar acılardan, ölümlerden ölüm beğenlerden geçtiği için mi ben onu öldüremeyeceğim? Allahuekberde tepelere yığılmış ölüler, Sarıkamışta, Dumlupınarda serilmiş yatan... Onların içinde, o yüzbinlerce ölünün içinde bu adam gibi dünyaya sevgiyle bakan bir tek kişi yok muydu, hepsini öldürdüler. Bugün yorgun, yarın nasıl olsa ortaya çıkar. Kedisini kucağına aldı çorbacıların mahallesine düşüne düşüne yürüdü. Ne yapsındı Vasili, kendi ayağıyla tıpış tıpış öldürülmeğe kendi gelmişti. Bir kere arkadaşlarına söz vermişti, İncile de el basmıştı, eeee, bu duru mavi çocuk gözlü adam da gelmiş ağa düşmüştü, ne gelirdi bu gariban Vasilinin elinden. Ona, o çok acı çekmiş, tertemiz yüzlü adama birkaç gün daha yaşamak için, o da birkaç gün izin verebilirdi, başka bir şey gelir miydi elinden?
Delice öfkeye kapıldı, şu anda bu adam eline geçse, bir iki demez derakap öldürürdü. O kadar öfkelendi ki, gönül diyor ki, dedi, o içerde uykudadır şimdi, gir içeri, bir kurşunda... Sonra, birden kendini küçümsedi, sen ne olmuşsun bre Vasili, dedi. Ne oldu sana, uykudaki insanı bile öldürmeğe kalkıyorsun ...
Kedisini kucağına aldı, çabucak iskeleden uzaklaştı, çorbacıların mahallesine gitti. Ne diyorlardı bu mahallenin adına, Mirmingi burnu. Nereden gelmiş bu kadar karınca buraya? Güldü. Aklından da o yitiklere karışmış adam hiç çıkmıyor, gülen, acılı, ölümlerden ölüm beğen yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu. O ölecek ne yapalım, onun da yazgısı da böyleymiş, yazılan da bozulmaz imiş.
Mağaraya gitti, bir iki zeytin, biraz peynir ekmek atıştırdı. Mirmingi burnuna geldi, yukarı çıktı, kapıyı sürgüledi, tüfeğini kucağına alıp yatağa girdi. Bir türlü uyuyamıyordu. Gerginlikten, etleri çekiliyor, günlerce sırtında taş taşımış gibi bütün bedeni ağrıyordu. Yatakta durmadan da bir o yana, bir bu yana dönüyordu. Sabah, gün doğmadan uyandı, usturasını kılavladı, yüzünü şöyle bir sabunladı, köpürttü. Hemencecik traş oldu, aşağıya indi, iskeleye yöneldi, zeytin ağaçlarına gelince, bir kayığın adadan uzaklaştığını gördü, eyvah, kaçırdık, diye bağırdı, kaçırdık, kaçırdık. Son hızla iskeleye koştu, çakıltaşlarının üstünde durdu, tüfeği kaldırdı, nişan aldı, adam çok uzaklaşmıştı, ne kadar atıcı olursa olsun bir insan bu kadar uzaktan onu vuramazdı. Kaçırdık, eyvah kaçırdık, diye, inler gibi birkaç kez daha yineledi. Tüfeği, kendiliğinden, düşercesine yanına indi.
Vasili orada, denizin kıyısında öyle dimdik kalakaldı. Kayık, uzaklaştı gitti, gözükmez oldu. O daha orada, kanı çekilmiş, donmuş kalmış öylece duruyordu.
Nerden çıktıysa kedisi ortaya çıktı, miyavlayarak bacaklarına süründü. Kedinin sıcaklığını, yumşaklığını bacaklarında duyumsayınca kendine geldi, gözleriyle denizi taradı, deniz bomboştu.