Ayvalık’tan kalkan bir minibüs ya da tekneye atladığınızda birkaç dakika sonrasında sizi Türkiye’nin en şirin adalarından birine taşıyor: Cunda’ya. Yol boyunca gördüğünüz daha boz daha sarı renkler kendini yavaş yavaş yeşile bir nevi zeytin yeşiline bırakıyor. Etrafa baktıkça nesneler git gide kendine özgü bir şirinliğe bürünüyor. Bir süre sonra Türkiye’nin yapılmış ilk boğaz köprüsünden geçiyorsunuz. Burası 1964 yılında Lale Adası’yla Cunda’yı birleştiren ilk boğaz köprüsü. Köprüyü geçtikten sonra artık Cunda’nın yeni renkleriyle başbaşasınız.
Cunda’ya ilk indiğinizde sizi sahil boyunca sıralanmış dizi dizi mekanlar karşılıyor. Denize bakan restaurantların özellikle mavi-beyaz rengin hakim olduğu cezbediciliği göze çarpıyor ve insanı oturmaya teşvik ediyor. Bu restaurantların arasına dondurmacıların sesleri karışıyor. Bir çarşı hengamesinin arasında buluyorsunuz kendinizi. Böylelikle Cunda sizi küçük bir karşılama seromonisi hazırlamış gibi selamlıyor.
Ada sahili klasikliğinde uzanan çarşıyı kısa bir turladıktan sonra birbirine karışan bu yoğun seslerin arasından adını çok kez duyduğum Taş Kahve’ye atıyorum kendimi. İçeri girer girmez bambaşka bir atmosferin içine düşmüş gibi hissediyorsunuz. Vitraylı camlardan sızan ışık gözünüzün önünde renklerden bir şölen oluşturuyor. Geniş tavanlı bu yapıya kırlangıçlar yuva kurmuş. Sürekli girip çıkan kırlangıçların kendi arasında oluşturdukları tatlı oyunlara takılıp kalırken büyük aynalarda yakalıyorsunuz kendinizi.
Neo-Klasik mimari yapısı, sarımsak taşından duvarları, geniş camlı pencereleri, kolonsuz inşası ile dikkat çeken, yüksek tavanlı bu kahve soluk almak için birebir. Girit mübadillerinin iskan edildiği Cunda ‘burası Girit’e benziyor’ diye avunulan bir yeni vatan olmuş yıllar yılı göçmenler için. Taş Kahve de hikayesini buradan alıyor. Mübadele sonucu Girit’ten Cunda’ya göçen Hüseyin Bey 1927 yılında satın almış bu kahveyi. Girit’te de kahvesi olan Hüseyin Bey Girit hasretini bu kahveyle dindirmiş. Bugün 200 yıllık geçmişin izleriyle yüklü kahve Cunda’nın en dikkat çekici mekanlarından.
Taş Kahve’de sakızlı kahvenin tadı damağınızdayken yeniden sokağa vurduğunuzda kendinizi hediyelik eşyacıların renk renk bir panayıra dönüştürdüğü sokağa giriyorsunuz. Bu sokağın sonunda ise bugün Rahmi Koç Müzesi olarak hizmet veren; Taksiyarhis Kilisesi karşınıza çıkıyor. 1873 yılında inşa edilen bu muazzam yapı tüm görkemiyle ayakta duruyor. İçeri girdiğinizde Teknede oyuncaklardan buharlı modellere, bebek arabalarından zaman ölçüm aletlerine ve otomobil koleksiyonu ile ilgili müthiş parçalar sizleri bekliyor.
Müzenin verdiği ihtişam duygusuyla yeniden Arnavut kaldırımlı dar sokakları tırmandığınızda sokaklar bir diğerine devrederken kendini nefesiniz kesiliyor ama çıktıkça başka bir atmosfere giriyorsunuz. Cunda’yı güzel kılan şeylerden biri de; her seferinde sizi başka bir yere taşıyacağı hissi veren dar sokakları. Bu dar sokaklardan birinde bugün yalnızca üç duvarı ayakta kalmış Panaya Kilise’ni görüyorsunuz. Mübadele sonrası yıkılan kilise bu haliyle zamana karşı direniyor.
Sokakları tüketip tepeye vardığınızda ise herkesin şapel olarak nitelediği Agios Yannis Kilisesiyle buluşuyorsunuz.
Agios Yannis Kilisesi olarak bilinen bu bina 2007 yılından beri Rahmi Koç Müzesi'ne bağlı müze, kitaplık ve cafe olarak hizmet veriyor. Kitaplık olarak düzenlenen mekanın bir tarafında freskler varken diğer tarafında cami yazıları, raflarında ise değişik konularda kitaplar mevcut. Emekli büyükelçi Necdet Kent'in kitapları oğlu Muhtar Kent tarafından bağışlanmış. Kitaplığa da Necdet Kent'in eşi Sevim Kent'in adı verilmiş.
Cundalıların şapel olarak niteledikleri Sevim ve Necdet Kent kitaplığı bugün Cunda’yı en iyi görebileceğiniz manzaraya sahip.
Deniz tatili düşünenler için de Cunda bu konuda en iyi destinasyonlardan. Çataltepe ve Patriça koyu bölgenin en temiz denize girilebilecek koylarından. Bu alanda denize girmek için oldukça steril beachler bulunuyor.
Cunda’yı belki de diğer adalardan farklılaştıran daha yeşil olması. Bozcaada ve Gökçeada'yı bilenler yakın bir lokasyonda bulunan Cunda'yı diğerlerine kıyasla daha yeşil bulacaklardır.
Cunda genellikle Girit göçmenlerinin yoğunlukta olduğu bir ada. Bu yönüyle kültürel bir mirasın taşıyıcısı. Bütünüyle düşünüldüğünde Ege’nin kuzeyinde yükselen bir mücevher gibi. Türkiye’nin köprüyle bağlanan Girit’i gibi bir nevi. Dinlenmek isteyenler için sakin koylarıyla çağıran, eğlenmek isteyenleri uzun süren gecelere davet eden Cunda hem kültürel hem turistik bir gezi düşünenler için keşfedilmesi gereken bir deneyim.