The OthersÇıkarlarımız ortak

Çıkarlarımız ortak

25.05.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Çıkarlarımız ortak

Çıkarlarımız ortak


1990'lı yıllarda Türkiye'de işlenen cinayetlerin aydınlatılması, İranlı reformcuların da işine gelebilir. Bu noktada Türk ve İran hükümetlerinin "ellerini yıkama" konusunda birbirlerine yardım etmeleri hiç de şaşırtıcı olmaz.


       Yurtseverliğin teminatı olarak laiklik
       17 Ocak'taki Beykoz operasyonuyla ortaya çıkan Hizbullah gerçeği İslami kesimde derin bir şaşkınlık ve suçluluk duygusu yarattı. Son operasyonlarda da benzer duygular yaşandığı gözleniyor.
       Hizbullah olayıyla dinin aşırı siyasallaştırılmasının kolaylıkla vahşete kapı aralayabileceği görüldü. Hizbullahçıların kurbanlarının çoğu dindar kişilerdi. Böylece laikliğin yalnız dinle ilişkisi gevşek olanlar için değil, dindarlar için de bir teminat olduğu ortaya çıktı.
       Laik aydınlara yönelik suikastların aydınlatılması süreci, laikliğin aynı zamanda yurtseverliğin de teminatı olduğunu gösterdi. Çünkü, kamuoyuna yansıyan bulgular, bir zamanlar bağımsızlığı şiar edinmiş bir avuç militanın, "evrensel İslam devrimi" paravanı arkasında nasıl istihbarat örgütlerinin elinde birer taşeron katile dönüştüklerine işaret ediyor.
       Üç gün sürecek dizide, İran devrimini, çelişkilerini, iktidar mücadelesini, reformcu hareketi ve bunların hepsinin Türkiye'deki İslamcı çevreleri ve İran yanlısı terör gruplarını nasıl etkilediğine değineceğiz.

       1985 yılında, daha ortalıkta siyasi cinayetler yokken İslamcı şair ve düşünür İsmet Özel, "Tahran, müslümanların Moskova'sı olmak istiyor" demiş ve büyük tartışmalara yol açmıştı. Kendisi de eski bir sosyalist olan Özel'e göre İran, dünyadaki İslami hareketlerle, tıpkı bir zamanlar Sovyetler Birliği'nin komünist hareketlerle kurduğu türden bir ilişkinin peşindeydi: Yani onları denetimi altına alıp kendi ulusal / stratejik hesapları için kullanmak istiyordu.
       Özel bu sözleri sarfettiğinde, 1979'daki İran Devrimi'nin İslam dünyasında yarattığı sempati yerini yavaş yavaş tedirginlik ve ürküntüye bırakmaktaydı. Suudi Arabistan başta olmak üzere bazı rejimler Tahran'ın devrimini ihraç etmesine karşı ciddi önlemler alıyor; Müslüman Kardeşler gibi köklü İslamcı gruplarla iyi ilişkiler kuruyorlarladı. Zaten Irak'ın İran'a savaş açmasında da devrimin yayılmasını engelleme kaygılarının rolü büyüktü.
       Olivier Roy, 1992'de yayınlanan "Siyasal İslamın İflası" adlı kitabında, İran'ın aslında "İslam devrimi" değil "Şiilik" ihraç ettiğini ve bunun da kısmen Lübnan, Irak, Körfez Emirlikleri, Afganistan, Pakistan ve Hindistan'daki Şiiler arasında başarılı olduğunu yazacaktı.
       Tahran, Moskova olamamıştı ama, hep, İslam dünyası ve Batı'da istikrarsızlık yaratan birçok şiddet eyleminin ardındaki gerçek güç olmakla suçlandı. İranlı yetkililer yalnızca devrimci İslamcılarla değil, Ortadoğu'da İsrail ve ABD egemenliğine karşı çıkan tüm gruplarla sıkı ilişki geliştirdiler. "1986'da Paris'teki suikastlardan sorumlu olan Tunuslu Fuad Ali Salah'ın grubu siyasal bir örgüt değil, İran gizli servisleri tarafından devreye sokulan bir operasyon grubudur" diyen Roy, Tahran'ın gerektiğinde taşeron örgütleri yoktan var ettiğini de söylemişti.

1990'ların önemi

       Dolayısıyla Türkiye'deki siyasi cinayetlere baktığımızda irticai değil "casusluk" faaliyetleriyle karşılaşıyoruz. Prof. Ahmet Taner Kışlalı suikastı dışında bunların 1990'ların ilk yarısında işlendiğini görüyoruz. Cinayetlerin başladığı 1990'da Turgut Özal, partisi ANAP'ın bir yıl önceki yerel seçimlerde hezimete uğramasına rağmen cumhurbaşkanı olmuş, kendi yerine de TBMM Başkanı Yıldırım Akbulut'u atamıştı. Özal, Türkiye'yi yaklaşmakta olan Körfez Savaşı'na çekmek, "bir koyup beş almak" istiyordu.
       İran'da ise Humeyni'nin yerine Ali Hameney dini lider olmuş, onun boşalttığı cumhurbaşkanlığı koltuğuna Meclis Başkanı Haşimi Rafsancani oturmuştu. Irak'la ateşkesten sonra "yeniden onarım" dönemine giren İran, yaklaşmakta olan savaşa bulaşmayıp, bundan en karlı bir şekilde çıkmanın hesabını yapıyordu.
       Türkiye'de PKK'ya karşı oluşturulan özel timler ve korucular önemli birer silahlı güç haline gelirken, İran'da, savaşla beraber ortaya çıkan Devrim Muhafızları, düzenli ordudan daha önemli ve hükümet denetiminin dışında bir iktidar odağı olmuştu.
       Bu yıllarda Türkiye'de radikal İslamcılığın açık bir şekilde tükendiği de gözleniyordu. Artık kayıtsız şartsız İran'a bağımlı hale gelmiş, ama İslam devriminden de umudunu kesmiş bazı İslamcıların, "taşeron terörist" olma dayatmasına karşı koyamadıkları yıllar sonra anlaşıldı.
       Susurluk'la birlikte, 1990'lı yılların, Türkiye'de "devlet içindeki gizli iktidar odaklarının" altın çağı olduğu ortaya çıktı. İran'da da Muhammed Hatemi'nin cumhurbaşkanı seçildiği 23 Mayıs 1997'den sonra eski defterler açılmaya ve Rafsancani'nin cumhurbaşkanı olduğu 1989 - 1997 yılları masaya yatırılmaya başlandı.

Hamamda ölüm

       Hatemi, 1998 sonunda laik eğilimli iki siyasetci ve üç yazarın Tahran'da peşpeşe öldürülmeleri üzerine danışmanı Said Haccariyan'ı soruşturma için görevlendirdi. İstihbarat Bakan Yardımcılığı yapmış olan Haccariyan kısa bir sürede cinayetlerin Said İmami adlı İstihbarat Bakan Yardımcısının şefliğini yaptığı bir çete tarafından tezgahlandığını ortaya çıkardı. Tutuklanan İmami, cezaevinin hamamında "intihar etmiş" olarak bulundu. Diğer zanlılar basına kapalı bir şekilde yargılandılar.
       Fakat Pandora'nın kutusu bir kez açılmıştı. Ekber Genci adlı reformcu gazeteci, Rafsancani'yi "karanlıklar imparatoru" olarak tanımlayıp, onun döneminde 84 muhalifin faili meçhul bir şekilde öldürtüldüğünü ileri sürdü. Genci, Humeyni'nin oğlu Ahmet'in genç yaşta ölmesinin gerçek nedeninin zehirlenme olduğunu ve bunun arkasında da Rafsancani'nin bulunduğunu ima etmekten de geri kalmadı.

Derin sorular

       Prof. Aksoy, Emeç, Dursun, Doç. Üçok, Mumcu, Prof. Kışlalı suikastları basit bir "şeriatçı komplo" mu; yoksa İçişleri Bakanı Sadettin Tantan'ın sık sık ima ettiği gibi çok daha geniş çaplı "stratejik bir komplo" mu söz konusu? Bunun için bazı sorular sormak gerekiyor:
       1) Nasıl olur da bu suikastların ardından, 1979'dan beri Tahran yanlısı bir çizgide basın ve kültür alanında yasal faaliyet yürüten, bu ülkeye gittikleri, İranlı yetkililerle ilişkileri bilinen Hasan Kılıç, Hakkı Selçuk Şanlı, Mehmet Şahin gibi isimler çıkabilir?
       2) Eğer bu isimler doğruysa, polis nasıl olur da şimdiye kadar bu gerçeği ortaya çıkaramadı?
       3) Emeç suikastıyla ilgili olarak yakalanan "İslami Hareket Süreci" militanlarının sorgulanmalarında neden bugünkü ipuçlarına varılamadı?
       4) Mumcu suikastına karışan Yusuf Karakuş 1997'de yakalandığında Tevhid - Selam grubuyla ilgili konuşmuştu. Soruşturma neden derinleştirilmedi?
       5) Yine aynı olayda adı geçen Abdülhamit Çelik, iki İranlı rejim muhalifinin öldürülmesine karışıp tutuklanmışken nasıl yakasını sıyırabildi?
       6) Suikastlarda adları geçen İslamcı militanlar, bu yolla gerçekten İslam devrimi yaptıklarını mı düşünüyorlar?
       7) Türk aydınlarının öldürülmesinden İran doğrudan ne gibi bir çıkar sağlamış olabilir?
       8) Suikastlarda adı geçen "Kudüs Savaşçıları" İran'da kimlerden talimat alıyor?
       9) Bu tür suikastların, İran'daki iktidar mücadelesiyle bir ilgisi olabilir mi?
       10) İranlı diplomatlar nasıl bu kadar rahat bir şekilde Türkiye'de casusluk yapabiliyorlar?
       11) İran, üçüncü bir ülke tarafından taşeron olarak kullanılmış olabilir mi?
       12) İran, Türkiye içinden bazı güçler tarafından taşeron olarak kullanılmış olabilir mi?
       13) Bütün bu olaylarda İran ve Türkiye'den geçen uyuşturucunun bir rolü olabilir mi?