Sezona çok iyi başlayan Fenerbahçe yavaş yavaş istatistiksel rekorları kırmaya başladı. 2009-10 sezonundaki 8 maçlık galibiyet serisini dün itibarıyla 9’a çıkardı. Avrupa Kupalarındaki 7 karşılaşmayı da eklediğimizde bu toplam 17 maç oluyor ve hem Perşembe akşamı Ludogorets hem de Cumhuriyet coşkusunun 100. Yılını kutlayacağımız gün Pendikspor eşleşmelerinden alınacak galibiyetlerle bunu çok daha ilerilere götürmesi olasılık dahilinde görünüyor.
Şu cümleyi bir kere daha yinelemekte yarar olabilir; çok özel bir sezon yaşıyoruz.
Cumhuriyet’in 100. Yılında futbol tarihimizin en coşkulu, rekabet seviyesi üst seviyede, önemlisi Avrupa’da başarıların çok daha ötelere gidebileceği bir sezon olabilir bu.
Sadece Fenerbahçe açısından değil; hem kadro kalitesi hem de Fenerbahçe’nin yarattığı bu seviye sayesinde iki ezeli rakibin rekabet motivasyonu açısından Galatasaray’ı da bu özel sezonun bir parçası olarak görmek ve değerlendirmek doğru olacaktır.
Böylesine önemli ve özel sezona yakışan hiç kuşkusuz adil oyun anlayışıyla rakiplerin birbirlerinin maçlarını kirletmeden yaklaşım göstermek olmalıdır.
Hatayspor geçen sezon büyük bir trajedi yaşadı; 6 Şubat Depremi’nin merkez üslerinden biriydi ve derin bir yara aldı.
Hem takımı hem de Kulübü bir arada tutan güç hiç kuşkusuz deprem sabahının ilk ışıklarıyla birlikte tüm Türkiye’nin dikkatlarini bölgeye çevrilmesini sağlayan Volkan Demirel’di.
Bu duruş futbolculuğuyla bir efsane olan futbol adamını başka bir yere taşıdı diyebiliriz.
Futbolcuların saygı ve sevgisini kazandığını Hatayspor’un düne kadarki performansıyla ölçümlemek mümkündür.
Futbolda başarının farklı ölçütleri vardır ve bu zaman zaman ayırt edilemez bir şekilde birbirinin içine girer.
Birbirinden yetenekli futbolculara sahip bir kadro takım olamadığından başarısız sonuçlar alabildiği gibi tam tersi durumda beklenmedik seriler izleyebiliriz.
Örneğin Başakşehir’in bugün içinde bulunduğu pozisyonu takımın kadro yetersizliği ile açıklamak yeterli olmaz.
Aynı şeyi Beşiktaş için de farklı cümlelerle anlatabiliriz veya anlamak için kendimize sorular sorabiliriz.
Hatayspor’un sahasında 2-0 geriden gelerek 3-2 kazandığı Trabzonspor karşılaşması ile aslında tam olarak ne demek istediğimi de örneklendirmiş olayım.
Fenerbahçe bir taraftan tespih tanesi gibi seri galibiyetlerini dizerken futbol kamuoyunda ister istemez şöylesi bir polemik yaşanıyor.
“Henüz ciddi bir ekiple karşılaşmadı.”
Twente eşleşmesi öncesinde bu yorumu duyduk.
Çok zor geçen Ankaragücü, Antalyaspor, Alanyaspor ve Başakşehir, Rizespor maçları öncesinde de benzer değerlendirmeler vardı.
Kuşkusuz Hatayspor bu serideki en güçlü ve “ciddi rakip” tarifine uyan bir takımdı.
Ancak henüz 6. Dakikada Fenerbahçe hem oyunu hem de rakibini çözerek ilk yarıda istediği skoru aldı.
Başakşehir, Rizespor, Kasımpaşa karşılaşmalarında neredeyse rakiplerine şut çekme şansı tanımayan bir savunma yapısı vardı Fenerbahçe’nin ki bu 3-0 tamamlanan Hatayspor karşılaşmasının ilk bölümü için de geçerliydi.
İsmail Kartal, rakip alanda çözmek üzere bir oyun planı yerleştirmeye çalışıyor. Attığı gollerin büyük bölümünü kendi geçiş hücumlarıyla değil, rakibe yaptığı ön alan baskısıyla kazandığı toplardan sağlıyor.
Topu çok çabuk kazanıp, süratle rakip kaleye inip gol pozisyonu hazırlıyor ve bu sezonun en belirgin farkı olan gol vuruş becerisi yüksek oyuncularıyla da sonuca gidiyor.
Szymanski’nin attığı ilk golde olduğu gibi de Tadic arkadaşının 5 rakip oyuncunun arasında nereye hareketleneceğini tahmin ederek değil, bilerek adrese pas çıkarıyor.
Fenerbahçe’nin ileride baskı yapan 3 oyuncusu; Tadic, Dzeko ve Szymanski ile onların hemen arkalarında pas bağlantılarını tıkayan; Fred, İsmail ve İrfan Can’ın pozisyon olarak sahada birbirini tamamlayan yerleşim uyumlarının karşılaşmaların hemen başlarında rakibin fişini çeken etkinin en bariz unsuru olduğunu buraya not edebiliriz.
Geçtiğimiz sezonlarda bencil ve takım içinde oyuncu seçen tavrı ile sıklıkla eleştirmiş biri olarak İrfan Can’a bir kere daha burada ayrı bir pragraf açmayı kendime vazife biliyorum; çünkü her geçen karşılaşmada üzerine koyarak büyüyen ve Fenerbahçe’yi taşıyan oyunu ile bambaşka bir seviyeyi zorluyor. Dünkü maçta Fenerbahçe’nin attığı gollerin hemen hepsinde en kritik rolde o vardı. İlk golde boş alanda duran Tadic’e çıkardığı top belki de maçın kilidini çözen bir pas bağlantısıydı. İşte biz buna oyunu 3 boyutlu görebilme becerisi diyoruz. O pası atabilme görüşüne sahip bir futbolcu 3 hamlede mat edeceğini bilen bir satranç oyuncusuna dönüşmüş demektir. Bu da kesin bir başarı anlamına karşılık gelmektedir.
3-0 ile birlikte Fenerbahçe’nin saha içinde konsantrasyonunun yer yer koptuğunu gözlemledik. Hele ikinci yarının hemen başlarında bu Hatayspor’un hücum aksiyonları olarak belirginleşmeye başlayınca kalesinde önemli tehlikeler yaşadı.
Bunun tipik bir rehavet duygusu olduğunu biliyoruz; ki çoğunlukla yüksek fark yapan basketbol takımlarında sıklıkla tecrübe edilmiştir. İlk devreyi 15-20 farkla önde tamamlayıp, ikinci yarı maç vermiş çok takım vardır.
İlk yarı isabetli şutlarda Fenerbahçe rakibine karşı 5-0’lık bir üstünlük sağlamışken ikinci yarı bu 1-5 şeklinde terse dönmüş; iki de gol olmuştur.
Futboldaki en büyük zaaf ya da tehlike dozu ayarlanamamış bir özgüven ve rahatlık duygusudur.
Maç sonunda İsmail Kartal da kısmen buna dair bir yorumda bulundu ve muhtemelen Samandıra’da futbolcularıyla üzerine daha derinlemesine bir değerlendirme yapacaktır.
Fenerbahçe Kasım ayı ile birlikte bir taraftan maç temposu artacak, diğer yandan Trabzonspor, Beşiktaş ve Galatasaray gibi kendisine çok daha yakın rakipleriyle oynayacaktır.