14 Kasım 1984... O güne kadar kendi aramızda ne güzel oynuyorduk futbolu. Kel sahalarımızı çim sanıyorduk mesela. Arada Kuzey İrlanda gibi Avusturya gibi dönemin orta üst seviye takımlarına karşı alınan galibiyetlerle avunuyor bir devre iyi oynadık diye Almanlardan 5 yediğimizde bile seviniyorduk.
1986 Dünya Kupası elemelerine de böyle yapay bir özgüvenle girmiştik. Meksika bizi bekliyordu. Finlandiya’yı sıcak Antalya’da ağırlayarak bir uyanıklık yapmak istedik. Ancak Fin Hamamı diye bir şeyin varlığını unutmuştuk. 2-1 kaybedince gözümüzü İngiltere maçına çevirdik. İnönü’de kazanırsak her şeyi tersine döndürebilirdik.
Karşılaşmadan önce gazetelere birlik beraberlik pozları verildi. İnancımız tamdı. Ancak Bobby Robson yönetimindeki İngiltere’nin gücünü sadece televizyonda izlenen maçlardan biliyorduk. Ve aklımızın bir yanında, “Nasıl yeneceğiz?” sorusu vardı.
Dönemin klasiği bir gündüz maçıydı. İşten, okuldan binbir mazeretle kendisini kurtaran maça gelmişti. O tarihi anı yaşamak, ileride torunlarına anlatmak istiyordu herkes. Ne var ki acı gerçekler kısa sürede su yüzüne çıktı. Tarihi bir maç olması düşüncesi tersten de olsa doğru çıkacaktı.
Bryan Robson 3, Tony Woodcock ve John Barnes 2’şer ve Viv Anderson 1 gol attı. İngiltere Milli Takımı tarihinin ilk siyahi oyuncusu sağ bek Anderson, ilk milli golünü bize atıyordu. Bir başka genç siyahi Barnes da yolun başında gücünü gösteriyordu.
8-0’ın ardından acımasız eleştiriler geldi basından. Kendi futbol gerçekliğimizi görme açısından faydalı olmuştu aslında. Fiziksel olarak ezilmiştik. İki pas arka arkaya yapamamıştık. 2 yıl sonra Maradona’nın eli ve sihriyle Dünya Kupası çeyrek finalinde elenecek olan İngiltere, Lineker eklenmemiş haliyle de ne kadar iyi olduğunu göstermişti.
Aradan geçen 40 yılda futbolumuz çok ilerledi. Açıkçası şu 8-0’ın bizi ayıltma konusunda katkısı olduğunu söylememiz gerekir.