Porto son maçını evinde Arsenal’le oynuyor. Kazanırlarsa Kiev’in puan kaybıyla turu garanti edecekler. Bu yüzden onlardan dengeli, ama kazanmak isteyen bir oyun görmemiz muhtemel. Fenerbahçe’nin evinde yaslanarak oynadığı maçlarda gösterdiği performans da genelin çok ötesinde iyi.
Bu oyunu bu genel stratejiyle oynayabilmek mümkün. Şartlar müsait.
Evet dezavantajlar büyük. Defansif açıdan elzem olan, takımın en formda iki oyuncusu Selçuk ve Lugano’nun olmayışı büyük handikap. Geçen yılın bu döneminde kilit bir performans sergileyen Deniz de olamayacak.
Bu yüzden Uğur ve Josico’ya oyunun savunma yönünde büyük iş düşüyor. Takımın taktik dirliğini ancak onlar sağlayabilir. Emre’nin onlara yardımının yanı sıra Deivid’le birlikte ileride top tutma savunmayı rahatlatma, nefese aldırma yönünde vazgeçilme bir rolleri var. Porto’nun temposunu düşürmekte, kontrol oyunu oynayabilmekte kritik bir iş görmeleri gerekiyor.
Kiev maçının en iyi oyuncusu seçilen ve kulüp tarihinin Jardel’den sonra Şampiyonlar Ligi’ndeki en golcü ikinci ismi Lucho’nun yokluğu önemli. Orta sahanın hücuma verdiği destekte bir sorun yaşamaları muhtemel. Ancak Porto’nun yıllardır süregelen oyun mantalitesinde bir değişiklik olmasını beklememek lazım. Yüksek tempo, kanat organizasyonları, baskın akınlar. Fenerbahçe’nin özellikle sol kanadından çıkarken yüksek bir konstantrasyon sağlaması gerekiyor. Hata ölümcül sonuçlar doğurabilir ve geri düştüğünüzde bütün denge alt üst olabilir.
Maçın kilidi duran toplar
Fenerbahçe’nin sadece duran toplarla dahi maçı kazanma olasılığı var. İyi yaslanmak, iyi kapanmak Fenerbahçe’nin bu yıl şu ana kadar en iyi taktiği. Bu sağlanırsa Deivid’le, Emre’yle, Alex’le ve Güiza’yla kazanılacak duran toplar maçın kilidi olacak.
Soluna dikkat et ve duran top kovala.
Bu işin olmaması için bir sebep yok.
Yapma Bilgin!
Arsene Wenger 18 yaşında doğru düzgün ve sürekli oynadığı tek takım olan (o da 1 sezon) Arsenal’den, Real’e kaçtığında Anelka için, ‘Ne kadar para kazanırsa kazansın, sonunda ihtiyacı olan bir yatak ve 3 öğün yemek bunu anlaması lazım’ demişti.
Real’de de sorun yaşadı. Kadro dışı kaldı. Çok uzun süre oynayamadı. Taktiği eleştiriyordu. Del Bosque onun için ‘Bir düğüne gelse 5 dakikada cenaze evine çevirir’ demişti.
Doğduğu yer PSG’ye döndü yine sorun yaşadı. Yine taktiği eleştiriyordu. Liverpool’a kiralandı. Onun için ‘Kendi jenerasyonunun en iyisi. Bence Henry’den daha fazla özelliği var, ama konsantre olamıyor’ diyen Houllier, sezonun sonunda onu tutmadı. Anelka bunu anlayamadı. Paris’e döndü, yine olmadı. Manchester City’de parayı seçip Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bizzat kendisi Fenerbahçe deneyiminin, orta sahada oynamasının oyununa ve profesyonel yaşamına çok katkısı olduğunu söyledi. Ve sonra yeniden parladı.
Milli takıma gelince, 2000’de var, ama şampiyonluğa katkısı yok. 2002’de kadroda yok, 2004’de yok, 2006’da yok. Anelka çok uzun süre milli takıma çağrılmadı.
Şimdi sen çıkmış:
Şu Anelka...
Her ülkede, her takımda, her sistemde oynadı.
Bir burada oynayamadı.
Bu sistemde...
Ha ha!
diyorsun’
Ben de sana sadece
‘Yapma...
Bilgin’...
diyorum...
Mustafa
Falih Rıfkı Atay, Çankaya’da alfabe devriminden hoş bir anekdot anlatıyor:
...Biz Türkçe kelimelerde (k)nın ince seslilerle daima (ke), kalın seslilerle (ka) okunduğunu düşünerek (q)yu alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı tasarısını getirdiğim günün akşamı Kazım Paşa (Özalp) sofrada ‘Ben adımı nasıl yazacağım, ‘Q’ harfi lazım diye tutturdu.
Atatürk de:
-Bir harften ne çıkar? Kabul edelim dedi.
...Ertesi gün yanına gittiğimde meseleyi yeniden Ata’ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi. Kâğıdı aldı Kemal’in baş harfini küçük (q)nün büyütülmüşü ile sonra da (k)nın büyütülmüşü ile yazdı. Birincisi hiç hoşuna gitmedi. Bu yüzden (q) harfinden kurtulduk. Bereket Atatürk (Q)nün majüskülünü bilmiyordu. Çünkü o (K)nın büyütülmüşünden daha gösterişliydi.
Bu devrim, bu kadar yalın, bu kadar insani, bu kadar dürüst ve bu kadar hızlı olduğu için bu kadar büyük ve ilham vericidir.
İnsanlara bunu anlatabilen herkes de alkışlanmayı hak eder. Soğuk bir yirminci yüzyıl ayaklanması değil, duygu dolu bir başkaldırı olduğu için. Kan, ter ve gözyaşıyla yoğrulduğu için. Dramları, tebessümleri olduğu için.
Önce uzun uzun tartışmaları seyredip sonra filmi izledim. Bu kadar gürültü koparacak ne var hiç anlamadım. Ama artık şundan eminim:
‘Mustafa’ filmi etrafında kopan gümbürtü sonrası şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Kimse futbol eleştirmenlerine bir şey demesin. Biz sanırım hiçbir şey için böyle bir yaygara koparmadık.
Ah hocam ah!
Terim’in aldığı ücreti eleştirenler ne diyor?
Kulüp takımı olursa önemli değil ama bu milletin takımı olunca bizim cebimizden çıkan paralarla olmaz.
Peki ,TRT’nin canlı yayınına çıkmayan Fatih Terim ne diyor?
‘Ben anketlere alıştım, ama devletin televizyonu böyle bir anketi yapma hakkına sahip değil’. Yani özel televizyonlar yapsa sorun değil, ama devletin televizyonu yapınca olmaz...
Ne garip kader ki, Terim kendisini eleştirenlerle aynı jargonda, aynı mantıkla, aynı yaklaşımla konuşuyor. Sadece konuşmuyor, davranıyor da... Şikâyet ettiği tavır aslında onun tavrı yani!
Terim, Avusturya maçından sonra yayıncının sözleşmelerle sabit olan hakkını kullandırmıyor. Demeç vermediği, TRT değil, televizyon başındaki insanlardır.
Halkı mağdur eden bir Milli Takım Teknik Direktörü...
Şimdi yayıncı, Futbol Federasyonu’nu dava etse, ödediği parayı geri istese, bunu kim tazmin edecek? Terim mi?
Ah hocam söylesene, şimdi ben bunun neresinden tutayım!
Pazar öğlen olsun
Geçen hafta yazdığım maçlar gündüz oynansın yazısına çok olumlu tepkiler geldi. Sadece ‘futbol bir cumartesi öğleden sonra sporudur’ cümlesine itiraz var. ‘Cumartesi de çalışıyoruz’ diyor taraftar. Tamam düzeltiyorum o zaman. Pazar gündüz oynansın. Hem elektrik tasarrufu, hem de seyirci artışı için...