Yoksa Okay Karacan’ın geçen hafta dillendirdiği keşke ‘Alex topu dışarı atsaydı’ beklentisine mi cevap verdi Kezman?
Çünkü öyle ısrarla istiyor ki Alex’ten atma hakkını. Hareketlerinden ve dudaklarından ne söylediğini anlamak için uzman olmaya gerek yok. ‘Ben atayım’ diyor kendini göstererek, ‘Lütfen!’ Hafif boynu bükük.
Aklıma otomatikman Okay’ın geçen hafta Habertürk’te Futbol Kulübü’nde, Kayseri maçındaki penaltıyla ilgili olarak ortaya attığı bu fikir geliyor. Öyle ısrarla isteyip böyle kötü vurunca... Kezman, inançlı bir adam olarak, yoksa bir adalet mi tesis etti bu vuruşla?
Geçen hafta Alex istese bile topu dışarı atamazdı. Çünkü o pozisyonu bizim gibi tekrar izlememişti. Penaltı mı değil mi bilmiyordu? Kezman ise bu kez birinci şahit. Ne olduğunu en iyi o biliyor.
Biliyorum böyle değil. Okay’ın önerisinden bile daha büyük bir fantezi bu. Kezman bilerek kaçırmış değil penaltıyı.
İşin rengi farklı. Fark Kezman’ın fazlasıyla duygusal ve aslında karmakarışık bir ruh halinde oluşu. Böyle bir insanla çalıştığınızı düşünün. Yıkılmış bir adam. Doğrulamıyor bir türlü. Kendisini yeniden ispatlama, İngiltere’ye ‘Ben hâlâ Kezman’ım’ deme fırsatını kaçırmış. ‘Mutsuzum’ diye haykırıyor. Derin bir depresyonda. Ve neredeyse yalvarıyor size:
‘Ben atayım lütfen’. Tamam at demez misiniz? Bunlar insan. Beraber yaşıyorlar. Yüz yüze bakıyorlar. 2-1 öndesiniz ve isteyen dünkü çocuk değil, ‘MATEJA KEZMAN’
Takımın dünya çapında en çok tanınan oyuncusu. Son 4 transferine toplam 43 milyon euro bonservis ödenmiş bir marka. Bir son vuruşçu. Hiçbir şeyi tam yapamasa da gol vuruşu dünya çapında. İyi de penaltı atıyor. Sevilla maçında attığını hatırlayın.
Alex’in yaptığı ancak alkışlanır. O apatik yüzünün ardında bir duygu var demek ki! Saygım büyüdü Alex’e başka bir şey değil.
Ya vermeseydi Alex o hakkı. Kendisi atsaydı. Brezilya mafyası dedikoduları daha da büyümeyecek miydi?
Kardeşim koskoca bir marka, sıkıntıdaki bir arkadaşın sana yalvarıyor ‘N’olur atsa’ demeyecek miydik?
Ama işte sorun başka. Penaltıcı tercihi değil, penaltıyı atanın vuruş tercihi. Biz bu ülkenin en duygusal oyuncusu Hakan Şükür sanırdık. Kezman büyük farkla öne geçti.
Partizan’dan PSV’ye 15 milyon, PSV’den Chelsea’ye 10 milyon, Chelsea’dan Atletico’ya 10, Atletico’dan Fenerbahçe’ye 8 milyon euro bonservisle transfer olmuş, takımı Şampiyonlar Ligi’nde kendi rekorunu kırarken katkı yapamayan, milli takım için düşünülmeyen Kezman. Chelsea’ye transfer olurken 29 yaşında burada olacağını düşünmüyordu muhtemelen.
O topu ‘lütfen’ diyerek isterken ona bir tekme atamazdı Alex.
Kezman’ın böyle atacağını da tahmin edemezdi.
Siz eder miydiniz peki? Kezman dağılmış ruh haliyle bir yol ararken daha büyük bir batağa saplandı sadece. İnsanca bir durum bu. Burada sadece bir insan, bir şöhretin dramı hikayesi var. Bu penaltı başka bir şey anlatmıyor.
Çünkü Kezman’ın her şeyi tartışılır. Ruh hali, sıkıntıları, futbolcu olarak özellikleri, her şeyi.
Ama bir son vuruşçu olarak onu tartışmak biraz cehalet oluyor.
Penaltı kaçırmayan büyük oyuncu mu var?
Maradona, Hagi, Baggio...
Ve belki de en ünlüsü. 86’da çeyrek finalde Fransa maçında Zico...
Dedik ya bu bir insan hikayesi.
Ancak buruk bir gülümsemeyle hatırlanacak dramatik bir futbol anı.
Hepsi bu!
Fatih Terim el öptü mü?
Oray Eğin geçen hafta Galatasaray ve Türk futbolundaki cemaat ilişkileri hakkında dikkat çekici yazılar yazdı. Bunlar uzun yıllardır arka planda konuşulan, zaman zaman gündemin ortasına oturan konular. Oray’ın yazdıklarında yüzde yüz doğru olanlar var. Zaten tarafların hiç inkar etmedikleri ilişkiler bunlar. Eksik olanlar da var. Hakan Şükür’ün, Hakan Ünsal’ın manevi dünyası tamam da başka oyuncu yok mu yani?
Öte yandan Oray’dan gelen Fatih Terim-Gülen ilişkisi, daha doğrusu Milli Takım’ın başına geçmek için İmparator’un, ABD’ye gidip Gülen’in elini öptüğü iddiası hakkında bir katkı yapmam gerekiyor.
Bu konu Terim göreve gelmeden gündeme gelmişti. Göreve geldikten sonra da kesin bir gerçek olarak kabul edildi.
İsviçre maçından sonra Avrupa Şampiyonası kurallarının çekildiği zamanlarda bu konuyu Terim’e sorma şansını bulmuştum. Attila Gökçe, Bilgin Gökberk, Ercan Güven ve Bilal Meşe’nin bulunduğu bir ortamda.
Terim kesin bir dille, hiç açık bırakmaksızın bu iddiayı sert bir şekilde reddetti.
Şahitleriyle aynı sayfalarda yazmaya devam ediyorum.
Peki başkan neden lazım?Zico, Observer’a verdiği hayranlık uyandıran röportajının bir yerinde “Taktik diş fırçalamak gibidir” diyordu. Diş fırçalarken ne yaptığınızı, ne yapmanız gerektiğini düşünmezsiniz. Öğrenir, ezberlersiniz ve sonra içgüdüsel olarak uygularsınız. İşte taktik de böyle bir şeydir.
Galatasaray’ın son 6 haftaya teknik direktörsüz girişine de böyle bakabiliriz. Ezberlenmiş bir taktik sadece oyuncu tercihleriyle yürüyor. Burada teknik direktöre ihtiyaç yok gibi.
Ancak unutulmamalı ki teknik direktörlük bir meslektir. Bu tip kulüplerin teknik direktörlüğü ise mesleğin zirvesi.
Aynı bir gemi kaptanı gibi. Yolculuk başında kaptan rotayı çizer sonra çekilir. Karışmaz. O gemi gideceği yere gider. Bir kriz çıkmadıkça kimse kaptanı aramaz. Ama makine dairesinde bir sorun çıktığında ya da fırtına patladığında da herkes kaptanı arar. Kaptan hele de bugünün bilgisayarlı gemilerinde bu tip kriz anlarında lazımdır. Galatasaray’ın Belediye, Fenerbahçe ve Sivas maçlarında fırtınaya yakalanmayacağını kim söyleyebilir?
Peki dalga boyu 15 metreye çıktığında kime bakacak mürettebat? Hakan Şükür’e mi? Cevat Hoca’ya mı? Adnan Sezgin’e mi? Polat’a mı?
Bu yapılan, sonunda şampiyonluk gelecekse bile, Galatasaray’ın ve profesyonel futbolun ilkelerinin yerle bir edilişidir.
Daha 5 yıl önce Dünya Kulübü olmaya 1 adımı kalmış, batıya açılan pencerenin bugün profesyonel futbolun en temel ilkelerini yok sayması kadar acı ne olabilir?
Ve de akla gelen bir soru daha:
Teknik direktörsüz oluyorsa, başkansız neden olmasın?