Letonya maçının 65. dakikasında durum 2-1 oldu ve biz İnönü Stadı’nı dolduran 30 bin kişi o an 2004 Portekiz Avrupa Şampiyonası’na veda ettik. Seyirci, takıma ve Şenol Güneş’e sırtını döndü. Takım yıldı. Ve o çok iyi takım hiçbir şey yapmadan 2. golü yedi. Uzatmalarla birlikte 17 dakika vardı ama biz çoktan evde kaldığımıza inanmıştık.
Aynı olayı İsviçre karşısında Kadıköy’de de yaşadık. Uzatmalarla birlikte son düdüğe 7 dakika kala 4-2’yi bulan golü Tuncay attığında... Ama o isyankâr adam kolunu ‘kahretsin’ diyerek sallayıp bitirdi maçı. Sonrası malum.
Bu çabuk vazgeçen takım, 2008’de 180 derece terse döndü. 119’da yiyip 120’de atan, 2-0 geri düşüp 3-2’yi bulan, 14 kişiyle Almanya’yı son dakikada elinden kaçıran takım oldu.
Önemlisi yeryüzünün en antipatik milli takımı en sempatik takım oluverdi. Sadece son düdük çalmadan
hiçbir şeyin bitmediğine, peşine düştüğünde her türlü hedefi yakalamanın mümkün olduğuna ikna olmakla oldu bunlar. Çok mu iyi oynadık? Hayır. Ama bırakmadık!
Bu sadece futbol, sadece spor açısından önemli bir ders değil.
Bu ülkenin gençlerine güzel bir hayat dersidir de. ‘Bırakın kendi kurduğumuz komplo teorilerine ağlaşmayı, yılmayın!’ demektir.
Cumartesi akşamı İspanya karşısına eğer 2008 öncesindeki takım çıksaydı umutlu olmak için pek bir sebep bulmazdık. Ama bugün durum farklı...
Teknik analize cumartesi gireriz. Bugün işin keyfini yazmak lazım.
Cumartesi gecesi, Semih’ten Sercan’a, ondan Eren’e, şahsi hedefleri olan gençler bu sınavı kotaracaklardır. Tuncay’ın, Nihat’ın dahi bir üst basamağa çıkabilecekleri bir maç bu.
Sadece Avrupa Şampiyonu oldukları için değil, tarihin belki de ne iyi eleme takımlarından biri oldukları için çok zor bir rakip olan İspanya karşısına stresle değil keyifle çıkmaları gereken bir maç bu.
Santiago Bernabeu’ya sadece kazanmak için değil, rakiple birlikte şahane bir futbol gecesi ortaya koymak için çıkacaklardır.
Biliyorum ki bunu yaparlarsa istediklerini de alırlar. Hem şahsen hem de takım olarak.
Yolunuz açık olsun. Keyifle gidin, keyifle dönün.
Müstahakınızı versinBülent Hoca’nın asıl adı Cesur’dur bilirsiniz. Ana-babası ona Cesur kardeşine de Mert adını koymuş. İşgüzar bir nüfus memuruna rast gelmişler, o Bülent yazmış deftere.
Cesur Korkmaz’a ‘korkak’ diyorlar şimdi. Lincoln’ü oynatmadığı için. ‘Ben oynamasam iyi olur, Brezilya’ya gideceğim. Lütfen beni gönderin diyen’, oynadığı her maçta kendisini yerlere atan, Galatasaray’a geldiğinden bu yana toplasan 5 deplasmana gitmeyen adam kahraman, UEFA Kupası Finali’nde çıkık kolla oynayan Büyük Kaptan ‘korkak’...
Şimdi söyleyin Lincoln’ü oynatmak mı korkaklıktır, oynatmamak mı? Tüm bu sıkıntıyı çekeceğini bile bile böyle bir karar verebilecek olan babayiğit var mı aranızda? Demek korkak! Tam tersine buna deli cesareti derler!
Yanlış, fazla defansif, fazla inatçı, gereksiz kavgacı, fazla cesur... Hepsini anlarım. Ama korkak!
Allah müstahakınızı versin emi!
İllüzyon kurbanı
Galatasaray’ın temel sorunu Lincoln değil, fizik kondisyonu. Rakibin değerlendirmesi önemlidir. Ivica Oliç, Hamburg maçının ardından en dikkat çekici konuşmaları yapan adamdı. Ve söyledikleri arasında en ilgi çekici olanı da Galatasaray’ın fizik durumuyla ilgiliydi. “Rakibimizin fizik kondisyonunun bu kadar kötü olduğunu düşünmemiştim.”
Bu, iki Alman teknik adamın bıraktığı miras olabilir mi? Bordeaux maçında 60’larda, Hamburg maçında 50’lerde ve Eskişehir maçında ilk yarıda biten bir fizik depo. Bunu açıklamak kolay değil.
Bu nasıl olabilir? Bana kalırsa bu iki Alman da bir illüzyona kapıldı. Servet ve Mehmet Topal’ın olmayışı Galatasaray’da post-Aurelio sendromuna yol açmış gibi. Bu iki oyuncunun ekstra oyunları her ne kadar gerekli övgüyü alsa da önemlerinin büyüklüğü tam anlaşılamamış. Yokluklarının sarsıcı etkisi tahmin edilememiş. Bu oyuncular olmadan Galatasaray’ın yeteneklerini taşımak mümkün olmuyor. Diğerleri hazır olmadan ekstra yük alıp kendilerini zorlayınca takımda 90 dakika oynayacak bir tek adam dahi kalmadı.
İki Alman Servet ve Topal’ın katkılarının takımı taşıdığını belli ki çözememişler. Takımın bu fizik durumunun başka bir açıklamasını bulamıyorum.
En kötü ikinci 25. hafta
Dün tüm gazetelerde Aragones’in performansının Zico ve Daum’la karşılaştırması vardı. Eksik kalmış. Bu 25. hafta performansı, Aziz Yıldırım döneminin en kötü 2. performansının egale edilişi. Rıdvan Dilmen-Zeman- Turan Sofuoğlu’nun sırasıyla görev yaptığı 1999-2000 sezonunda 25. haftada 43 puanı vardı takımın. Ama 43 puan, 4 yenilgi ve 10 beraberlik sebebiyle oluşmuştu. Bu sezon ise tam 7 yenilgi var. 44 puan toplanan bir sezon daha var. 2002-03 sezonu. Onda da 5 yenilgisi var Fenerbahçe’nin. O yılı hatırlarsınız. Lorant - Oğuz Çetin - Tamer Güney sezonu.
Aragones tarihe geçiyor.
Lig 35. haftaya kalır
Mustafa Denizli muhtemelen haftaya, çözüm haftasını yeniden öteleyebilir. Hatta bu lig İtalya gibi averaja bakılmayan ülkelerde oynansa 35. haftaya kalacağını da söyleyebilir. Yani play-off’a kalır diyebilir. 3’lü belki 4’lü hatta 5’li bir play-off. Tadından da yenmez yani. Hazır statüde değişiklik yapılmışken bunu da araya sıkıştırsalardı keşke.
Bir naklen yayın daha
Lig TV yetkilileri ve TFF sağ olsun ‘şampiyonluktan kaçma yarışı’ 5 takım arasında sürdüğü için her hafta 5 maça kadar yayın yapılıyor.
İspanya maçlarının ardından yine 5 maçlı bir hafta olacak. Ancak haftanın en önemli maçı bu 5 takımdan birinin maçı değil. Haftanın oyunu Ankara’da oynanacak. Ankaragücü’yle Kocaelispor arasında. Madem 4 maç barajı yıkıldı, bu 90 dakikayı da bir zahmet izleyelim. Muhtemelen en gollü, en çekişmeli oyun bu olacak çünkü. Ve bu karşılaşmayı kaybeden hakikaten kaybedecek.