Lafı fazla uzatmadan, özellikle ilk 70 dakikada Galatasaray’ın bu yılki en iyi performansını sahaya yansıttığını söyleyelim. Bireysel ve takm halinde çok parlak bir oyundu
Lafı fazla uzatmadan, özellikle ilk 70 dakikada Galatasaray’ın bu yılki en iyi performansını sahaya yansıttığını söyleyelim. Bireysel ve takm halinde çok parlak bir oyundu. Servet, Avrupa Şampiyonası sonrası ilk kez geçen yılki gibi, belki o seviyeden de yukardaydı. Rakibin etkili golcüsü Diogo’ya karşı katıydı. Sabri, Galletti ve sonra da Leto’nun oyun iştahını tamamen kesti. Meira’nın önden savunmaya verdiği destek tüm oyuncuların işini kolaylaştırıyordu. Arda ve Kewell’ın hareketliliği Pireliler için rahatsızlık vericiydi. Lincoln bu hücum hareketliliği ve boşluk bırakmayan takım savunmasının arasında rahatça oynama şansı buldu. Baros bir golcü olarak çok parlamasa da orta alana yarattığı alanlar sürekli çalışmasnın ürünüydü.
Tüm bunları mümkün kılan ekstra performans ise Ayhan Akman’ndı. Servet kadar savunmacı, Lincoln kadar hücumcu her yerde yüksek pas ortalaması ve ikili mücadele başarısıyla mücadele etti. 54’de önce Arda sonra Lincoln’ün kaçırdığı inanılmaz pozisyonu hazırlayan oydu. Gol olsa büyük pay da onun olacaktı, ama takımın en maharetli iki oyuncusu korkunç vuruşlarla pozisyonu heder ettiler. 71. dakikada sakatlanıp oyundan çıktığında Olympiakos orta sahası içten bir oh çekmiş olmalı. Bundan sonra Galatasaray orta alanda biraz bocalamaya başladı. Hakan, Meira’nın yanındaydı, ama ikisi de geride kaldı ve Ayhan’n boşluğunu dolduramadılar.
O bildik orta saha derin boşluğu birden ortaya çıktı ve birden bir o kaleye bir bu kaleye oyununa döndü. Evinizde galipken tempoyu idare edebilmek bu seviyede başarılı olmanın olmazsa olmazı. Dün bu defoya rağmen Galatasaray, bu riskli oyundan da rakibinden fazla pozisyon çıkardı.
Ayhan sonrası sıkıntılar bir yana harika bir başlangıç oldu.
Tesadüf mü sapma mı?
Geçen yıl Fenerbahçe Avrupa’da yürürken şunları yazmıştım: “Fenerbahçe 5 yıldır sürekli vites artıran, Avrupa’da yaşamayı yavaş yavaş da olsa öğrenen bir ekip. Artık yaşadıklarını tecrübeye, eğitime, bilgi dağarcığına dönüştürebilen bunları sindirebilen bir ekibe, takıma, kulübe, camiaya dönüştü. Galibiyetten de mağlubiyetten de hem maddi (yani sistem ve oyuna dönük) çıkarımlar yapabiliyor hem de soğukkanlı ve maneviyatını sağlam tutabilen bir ruh haliyle yaşayabiliyor, yarışabiliyor. Ama en önemlisi yönetsel tarzdaki ilerleme. Bir galibiyetin her şeyi toz pembe yapmadığı, mağlubiyetin her şeyi yıkmadığı bir kulüp artık...”
Bir yıl dahi geçmedi. Ve şu an bilmiyorum. Ben geçen yıl bunları yazarken yanıldım mı, yoksa şu anda Kadıköy’de yaşananlar, aynı süreç içinde sadece küçük bir sapma mı? Ya da tarihinin en başarılı Avrupa performansının doğal sonucu olan bir sarhoşluk, doğrusu akşamdan kalmalık mı? Cevapları bize zaman gösterecek!
Fenerbahçe’nin bugün yaşadığını analiz etmek için, Aziz Yıldırım’ın bence çok yanlış anlaşılan ya da kendisini iyi anlatamadığı bir açıklamasından yola çıkmak gerekir. Galatasaray’ın UEFA şampiyonluğunu ‘bir tesadüf’ olarak nitelemiş ve dolayısıyla, doğru kelime seçememiş olmasından ya da söz bağlamından koparıldığından hiç alakası olmayan bir tartışmanın, düşmanlığın kaynağı olmuştu.
Yıldırım’ın bunu söylerken başarıyı küçültmek istediğini hiç sanmıyorum. Bu topraklardan ve bu sistemden böyle bir başarının ancak bir üretim hatasıyla, sistemden ya da sistemsizlikten sapmayla meydana gelebileceğine bir vurguydu bu. Gerçekten de o süreci bir daha gözden geçirirseniz, en basitinden Faruk Süren’in kriz anlarında bir kaç defa Terim’e sahip çıkmasının bile normal şartlarda bu ülkede olmayacak bir iş olduğunu görürsünüz. Kovulma değil, istifa noktasına gelmiş, camiadan büyük tepki alan bir teknik adamken bu işin peşini bırakmamak bize özgü değildi. “Galatasaray’a yakışmayan bir şehir kırosu” olarak adlandırıldığını unutmayın. UEFA şampiyonluğu yılında dahi... Chelsea maçı sonrası istifa sesleri kulaklardan gitmemiş olmalı. Ancak bize ait tüm gerçekler dışında bir yol izlenerek o başarı geldi. O kupa Yeşilköy’e indi. Herkes sevinçten çıldırmış ama şaşkındı. Bu bizim damarlarımızda hissettiğimiz bir gerçekliğin sonucu değil, bizden sapmanın sonucuydu. Çünkü hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bize ait olan yolda o kupa yoktur. Sonrasında Canaydın’ın hedeflerinde daha büyük başarılar olmasına rağmen bu başarıya hiç yaklaşılamaması da o dönemin değerini artırırken, sistemin yanlışlığının da altını çizer. Ve dolayısıyla Galatasaray’ın o dönem yaptığı bir kupa kazanmaktan da büyük bir başarıdır aslında. Bunu anlatmak için ben, tesadüf kelimesini seçmem. Ama anlatılmak istenen budur ve itiraz edecek bir şey de yoktur.
Jargon buysa, şimdi de Fenerbahçe geçen yılki, kendi tarihinin en büyük, ülke tarihinin de tekrarlanan en büyük Avrupa başarısının bir tesadüf olup olmadığını tartıyor. Eğer bu yıl yaşanan bir yoldan sapmaysa sorun değil. Herkes hata yapar ve bu da derstir. Ancak değilse asıl büyük tesadüf bu olacak.
Çünkü bu durum Aziz Yıldırım’ın en büyük övgü kaynağı olan kurumsallaşmanın çok ama çok eksik kaldığını gösterecek...
Zira kurumsallaşan durup dururken yöntem değiştirmez.
1- Fenerbahçe’yle büyüyen bir teknik adamla başarı yakalanmışken, emeklilik ya da Fenerbahçe tercihi yapacak bir hocaya teklif yapmak kurumsallaşma değildir.
2- Tercih edilen hocanın ihtiyaç duyacağı oyuncuların tam tersi tercihler yapmak da kurumsallaşmayla alakalı değildir.
3- Ülke içinden bildiğin, futbolu seven ve gelişmeye açık oyuncularla gelen başarıların ardından (misal Aurelio), Emre, Josico (sakatlıklarla tükenmiş) ve Maldonado’yu (Avrupa’da test edilmemiş) almak da kurumsallaşma değildir.
4- 10 yılda altyapıdan Maldonado ayarında bile oyuncu çıkaramamış olmak da kurumsallaşma delili sayılmaz.
5- Ve son olarak temel işi futbol olan bir kurumda bir futbol patronun olmayışı kadar büyük bir garabet de kurumsallaşanlarda olacak bir şey değildir.
Tarih sadece yaşadığımız andan ibaret değil. Bugün yaşadığımız da ne tek gerçeklik ne de son. Zaman bize bugün olup bitenin ne olduğunu gösterecek. Şimdi bir sapma mı yaşıyoruz, yoksa geçen yıl bir tesadüf müydü?
Düzeltme
Salı günkü haftalık yazımda Terim’in maaşı konusunda bir analiz yapmaya çalışırken ‘New York Büyükelçiliği’ gibi bir iş icat etmişim. Doğrusu tabii ki New York Başkonsolosluğu olacaktı. Düzeltir, hata için özür dilerim.