Duygusal milletiz. Kavga eder, veda zamanı gelince geçmişi unuturuz.
Beynimiz ve yüreğimiz farklı frekanslara geçer.
Dünya Kupası’na gidemediğimiz için başarısız bulunan Fatih Terim’in, Ermenistan maçı sonrası düzenlediği basın toplantısında da böyle bir atmosfer vardı.
Meslektaşlarımızın çoğu Terim’in gel-gitlerine kapılmamak için kendini zorluyor, sorular deneyimli hocanın o anki ruh haline göre şekilleniyordu.
En anti-Terimciler bile “Acaba kalmalı mıydı?” ikilemi yaşıyordu.
Ama hiçbir duygu ve ifade, bir dönemin sona erdiği gerçeğini değiştirmiyordu.
Terim için yenilenme, Futbol Federasyonu için ise günü değil yarını kurtaracak hamleleri yapma süreci başlıyordu.
Bu nokta önemliydi.
Çünkü “Mutlaka yerli hoca olmalı” diyenler ile “Yabancı teknik adam” tezini savunanlar kamuoyunu ikiyi bölmüş durumda.
“Kariyerli ve karizmatik” yabancıda ısrar eden federasyon yöneticilerinin, kendi rüzgârlarıyla yelkeni doldurup dolduramayacakları ciddi bir soru işareti.
Lakin içeriden alınan sinyaller de bir hayli güçlü!
Beni şaşırtan, bazı yerli teknik adamların milli takım için biçilmiş kaftan olduklarını seslendirmeleri.
Bazı çevrelerin de, “yüksek makamlardan onaylı isimleri” işaret etmeleri!
Ancak daha yolun başında olmalarına karşın böylesi önemli bir görevi konuşuyor olmaları, Türk futbolunun geleceğinden çok “cemaatin” futbol içinde nasıl bir yerleşim planı yaptığını düşündürüyor bana.
Mesela, örnek aldıklarını söyledikleri Fatih Terim’in düzeyine gelebilmeleri için, staj yerlerinin A Milli Takım olamayacağını göremiyorlar.
Bugüne kadar çalıştırdıkları takımlardaki performansları gün gibi ortada iken, Mustafa Denizli’nin “Ben yokum” sözlerinin şifresini çözemiyorlar.
“Milli takımı Türk çalıştırmalı” söylemlerindeki milliyetçilik kisvesi, gerçek niyetlerini gizlemeye yetmiyor.
Dünya bilgi, iletişim ve teknoloji çağını yaşarken, bazı kafalar örgütlenme stratejileri için en uygun zamanı bulduklarını sanıyor.
Güney Afrika’ya katılma hakkı kazanan şu ülkelere bakın;
İsviçre’yi kim çalıştırıyor? Alman Ottmar Hitzfeld.
İngiltere’yi? İtalyan Fabio Capello.
Play-off’a kalan Rusya’yı? Hollandalı Guus Hiddink.
Yine baraj maçı oynayacak Yunanistan’ı? Alman Otto Rehhagel.
İrlanda Cumhuriyeti’ni? İtalyan Giovanni Trapattoni!
Söyleyin hangisi bizden daha az milliyetçi?
Hangisi teknik adam o takımın başına geçmek için tek bir kapı çalmış?
Kemal Ulusu’nun Futbol Federasyonu Başkanlığı döneminde temeli atılan “Derwall - Piontek - Terim” devriminin meyvelerini tükettik.
Kariyerinin en parlak ve başarılı döneminde Ersun Yanal gibi bir teknik adamı yedik!
Yerine aday ararken “En az onun kadar iyi olmalı” dediğimiz Fatih Terim’i pes ettirdik.
Sıra, genel istatistiklerine bakmayıp kendi takımında dahi futbolcusuna söz geçiremeyenlere geldi!
İmam böyle yaparsa!
Ermenistan maçı öncesi...
Delegasyon ile iki ülke Cumhurbaşkanı’nın biraraya geleceği oteldeyiz.
Sigara molası için çıktığımız bahçede, federasyon yetkilileri ve bazı kulüp başkanlarıyla sohbet ediyoruz.
Akşamki maçın kazasız belasız geçmesi herkesin tek dileği.
Arada bir espriler patlıyor, sonra konu dönüp dolaşıp yeniden milli maç oluyor.
O sırada bahçeye açılan cam kapı aralanıyor.
Ülkenin önemli kulüp başkanlarından biri yanımıza geliyor.
Sohbet onun da katılımıyla devam ediyor.
Bir ara Haber Türk muhabiri Erhan Telli’nin, Bursaspor Kulübü Başkanı İbrahim Yazıcı ve korumaları tarafından tartaklanması konuşuluyor.
“İyi yapmış İbrahim. Yalan yazıyor bunların hepsi!” diyor o başkan.
Ortalıkta buz gibi bir hava esiyor.
Gözler üzerime çevrililiyor.
Aralarındaki tek basın mensubu benim.
Başkana “Nasıl böyle konuşabilirsiniz? Üstelik o haberin doğruluğu teyitli. Arkadaşımızın darp edilmesini onaylamanız haksızlık” diyorum.
“Gazetelerde her gün yalan haber çıkıyor. Yok efendim biz şunu transfer etmişiz. Kulübü şu kadar zarara uğratmışız. Bunları okuyan taraftara hesap vermek zorunda kalıyoruz” diye devam ediyor başkan.
“Yalanı ayıracak deneyime sahipsiniz. Genelleme yapmanız yanlış” karşılığını veriyorum.
“Yakında spor basını magazin basınını geçecek, baksana neler yaşanıyor son zamanlarda” sözleri tartışmayı farklı bir boyuta taşıyor.
“Aklı başında her insan gibi biz de tasvip etmiyoruz yalanı ve yazanları” diyorum.
Konuşmanın daha tatsız bir noktaya gitmesinden endişe eden masadakiler devreye giriyor, gündem milli maça dönüyor.
Kısa bir süre sonra da başkan lobiye gidiyor.
Peşinden de bir kaç kişi!
Göreve geldiği günden beri medya ile yıldızı barışmayan başkan, öfkesini dile getirirken hepimizin nefretle kınadığı bir saldırıyı ne yazık ki onaylayabiliyor.
Bu tavır, sadece o başkana mı ait?
Sanmıyorum...
Eminim, bazıları da bu görüşe katılıyor, ama seslendiremiyor!
Türkiye’de kulüp - medya ilişkilerinin ne hale geldiğini bu diyaloğa bakarak anlamak mümkün.
Fakat çok daha önemlisi...
Lafa gelince şiddete karşı çıkanların, şiddeti savunan bir tavır sergilemesi!
Peki, hâl böyle olunca futbolda şiddet biter mi?
Ya da imam böyle davranırsa cemaat daha ileriye gitmez mi?
İşte hem mesleğimiz, hem Türk futbolu için en büyük endişemiz bu!
Kamer’in ısınma turları!
Futbol Federasyonu Başkanı Mahmut Özgener’in görev süresi 2011 yılında sona eriyor.
Ankaraspor dosyası, federasyonun yanında görünen bazı büyük kulüplerin ligin gidişine göre takınacakları tavır, hakem hataları, Süper Lig ve milli maçların naklen yayın ihaleleri gibi konular sorun yaratmaz ise, ufukta olağanüstü bir genel kurul görünmüyor.
Fakat şimdiden bazı isimlerin ısınma turlarına çıktığı konuşuluyor.
Örneğin Belediyespor Kulübü Başkanı Göksel Gümüşdağ. Yeni yorumcu Hakan Şükür. Futbol ile arasını sıcak tutmaya çalışan eski genel müdür Mehmet Atalay.
Ve sürpriz bir aday daha, Fenerbahçe’nin taze yöneticisi Cihan Kamer.
Cihan bey dostlarına “Fenerbahçe’de iki yıl staj yapıp federasyon başkanı olacağım” diyormuş.
Başbakan’a yakınlığı ile bilinen iş adamının gönlünden geçen gerçekleşir mi bilemem.
Ama futbolla siyasetin bu kadar kol kola girdiği, ülke çıkarlarının futbolla kotarılmaya çalışıldığı, siyasetçilerin oyuna böylesi ilgi duyduğu bir dönemde Kamer o koltuğa oturursa da hiç şaşırmam!