Cumhuriyetimizin 100. Yılını kutlamaya başladığımız şu günlerde, tarihe kaydettiğimiz spor notlarına bakmakta yarar var. Öncelikle şunu anımsatarak başlamak istiyorum:
Mayası zaferler ve devrimlerle karılmış şanlı Cumhuriyetimizin hayatın her alanında etkisi, sözü ve damgası vardır. Elbet, sporcu evlatları da yüz yıllık tarihin hemen bütün dönemlerinde Devlet’ten ilgi, sevgi, destek ve anlayış görmüştür. Eğitimden kültür ve sanata, ekonomiden bilim ve teknolojiye kadar hemen her alanda Devlet Baba’nın evlatları olarak kucaklanan sporcular, iddia ediyorum ki Türkiye Cumhuriyeti’nin en haylaz, en afacan, en şımarık, aynı zamanda en sevimli, en başarılı, ama bu arada en savruk, en maceracı çocuklarıdır.
Atatürk’ün başkanlığındaki Cumhuriyet Hükümeti, tarihimizin en bağımsız ve sivil spor örgütü olan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nı (TİCİ) “kamu yararına hizmet eden” kuruluş olarak kabul ederken, onları kararlarında özgür bırakmış, bu arada devlet bütçesinden ayrılan paralarla da desteklemiştir. Sportif yapılanmamızdaki bu örnek maalesef uzun ömürlü olamamıştır. Nazi Almanyası’ndan davet edilen ünlü spor yöneticisi Karl Diem’in tavsiyeleriyle 1936’da Türk Spor Kurumu (TSK) yasa ile tarihteki yerini almıştır. Bu dönemde TİCİ’nin bağımsız ve özgür iradesi ortadan kaldırılmış ve TSK, CHP yapılanması içinde “siyasete bağlı” bir örgüte dönüşmüştür. Sadece iki yıl süren kötü deneyler döneminden sonra Atatürk, bizzat hazırlattığı 1938 tarih ve 3530 sayılı yasa ile yürütme hayatına katılan “Beden Terbiyesi Kanunu”nu devreye sokmuştur. Bu kanun Atatürk’ün döneminde hazırlanan son kanundur. Böylece spor, devletin “destekleyen”, “yöneten” ve “denetleyen” bir evladı statüsü kazanmıştır.
İşte şımarık çocuğun doğumu… Devlet bütçesinden aldıkları paylar ve desteklerle spor kulüplerimiz, sporcularımız ve her türlü spor yöneticilerimiz yapacakları her işte devletten ayrıcalıklı haklar sağlamakta gecikmemiştir.
En başta İstanbul, Ankara ve İzmir’de spor alanları, stadyumlar ve salonların inşası için kulüplere arazi tahsisleri yapılmış, bu uygulama futbolda 1959’da başlayan Milli Lig ve sonrasında oluşturulan alt liglerle Anadolu’da “tesisleşme” hamlelerini sürekli kılmıştır.
Arazi tahsisleri ve tesis yapımlarından sonra vergi indirimleri, ödenmeyen vergi borçlarının sık aralıklarla silinmesi, spor fonları oluşturulması gibi doğrudan paraya dayalı yardım, destek ve kolaylıklar yaygınlaşmış, 1951’de profesyonelliğin kabulüyle kulüpler borç yükü altında zorlanmaya başlamıştır.
Finansal sorunlarla boğuşmanın yanı sıra 1960’lı yıllarda şike, 2000’li yılların başında doping gibi spor ahlakıyla bağdaşmayan “kısa yoldan başarı arayışları” da sevimli çocuğun, bir başka şımarıklığı, sorumsuzluğu ve yaramazlığına dair mahcup edici örneklerdir.
100. Cumhuriyet Yılımızı heyecan ve sevinçle kutlarken, yeni spor yasasının da eski yanlışlar ve alışkanlıklara son verecek bir dönemi başlatmasını diliyoruz.
Evet, sporcularımız uyanık, şımarık, sorumsuz ama aynı zamanda becerikli, başarılı ve sevimliler.
Her şeye rağmen… Onları seviyoruz!
Unutulacak başarılar istiyoruz
Galatasaray’ın 2000 UEFA Kupası zaferini her yıl 17 Mayıs’ta heyecanla anıyor, kutlamalar yapıyoruz.
Milli Takım’ın 2002 Dünya Kupası üçüncülüğü de unutulmaz futbol zaferlerimizden öteki örnek…
Gerisi? Arada büyük galibiyetler olabilir ama istediğimiz bunlar değil.
Türk sporunun unutulmaz başarılara değil, sık sık tekrarlanan unutulacak istatistiklerine ihtiyacı var.
Hadi gelin, itiraf edelim: Güreşçilerimizin göğüs kabartan istatistikleri var… Haltercilerimizin de öyle. Okçuluk da istatistik oluşturmaya başladı. Ya voleybolda? Bu yıl hariç… Kimin hangi yıl ne kazandığını ezbere bilemiyoruz. Kulüplerde ve Milli Takımlar’da istatistik oluşturan kadın voleybolcularımızın başarısıyla gurur duyuyoruz. Sultanlardan sonra Efeler de istatistik peşinde. Darısı futbolcularımızın, atletlerimizin, yüzücülerimizin başına!
Ah be İcardi!
İki gündür ibretle haberleri okuyor, dinliyorum… Futbolda ulusça endişeyle İcardi’nin topuğuna (ya da ayak bileğine) bakarak adeta “sağlık duasına” çıkmışız. Galatasaray- Bayern Münih maçında en büyük gol ümidimiz İcardi’ydi. Bu satırları maçtan önce “İnşallah oynar” dileğiyle yazıyorum… Ghezzal’la Beşiktaş ceza alanı içindeki temasları, ikisini de üzen bir çatışmaya neden oldu. İnanıyorum ki Ghezzal da üzülmüştür bu işe. Geçmiş olsun Mauro!