Bordo-mavili takım ligin lideri, şampiyonluğun da en büyük adayı…
Ligler oynatılır ya da oynatılmaz, tescil edilir ya da edilmez, biz onu bilemeyiz? O iş bilim insanlarının, devletin ve futbolu yönetenlerin işi.
Amma velâkin…
Sağlığı da, kalan sekiz haftanın; zorluğunu, oyuncuların mental yoğunluğunu, fiziksel yorgunluğunu, malzemecilerden top toplayıcı çocuklara varıncaya dek görev yapanların durumunu iyi hesaplamak lazım!
Ayrıca…
Gelecek sezonu düşünmek, Avrupalılar ne yapar- ne eder ona da bakmak gerekir!
Hem Trabzonspor ligin lideri diye, bu korku niye?
Kaldı ki hiçbir başarı tesadüf değildir. Teşhis, tespit tedavi sadece sağlıkta değil futbol için de geçerlidir. Yeter ki planlamada “3 T” gerçeğinden ödün verilmesin! Başarıya giden yolda her ‘T’ nakış gibi sabırla, azimle işlenirse; başarı kaçınılmazdır, zaten başarının sırrı da odur!
Bordo-mavililer onu yaptı, doğal olarak karşılığını aldılar-alıyorlar, almaya da devam edecekler. Bu yıl şampiyon olurlarsa; şu bir gerçek birkaç yıla daha damgasını vuracaklardır… Bazı kesimlerde, bazı kişiler de onun endişesi, onun telaşı varsa-başlamışsa; o başka!
Dememiz o; Trabzonspor bu seviyelere gelene dek büyük sıkıntılar ( ekonomik ve saha sonuçları) çekti!
O Trabzonspor’un ve o Trabzonsporluların son birkaç yıldır neler çektiğini bir Allah bilir, bir de camia- futbolcular ve kulübü yönetenler bilir…
Bu süreçte taraftarı asla Trabzonspor’a sırtını dönmedi, onu hiçbir zaman yalnız bırakmadılar. Onlardan biri de bir yazımıza konu olan Trabzonsporlu bir annedir. Hiç kimse o insanların emeğini, azmini, fedakârlığını görmezden gelmemeli!
Bir Trabzonsporlu olarak o anne ve engelli oğlunu hiçbir zaman unutmadım, unutmayacağım da, Trabzonsporluların da unutacağını zannetmiyorum…
O Anneyi şöyle anlatmıştık…
Trabzonspor, yapılanlara karayemiş fidanı gibi direnmeye devam ederken…
O, adamıyla gidemediği yere oğluyla gitmeye kararlıydı, çünkü Trabzonspor’un o’na ihtiyacı vardı…
İyi gün dostu Trabzonsporlulara inat, bayramlık elbiselerini giydi. El emeği siyah yazmasıyla başını örttü.
Sıra engelli oğlu Muhammet’e gelmişti.
Koştu gitti gözünün nuru, bi tanesi yavrucuğunun yanı başına. Bir sağ-bir de sol yanağından birkaç defa öpmüştür o’nu. Allah bilir “ Hadi yavrum, haydi Avni Aker’e” demiştir, zira iş başa düşmüştür.
O, hakkı yenen Trabzonspor’un yanında yer almayı kendine görev bilmiştir.
Yerinden, yattığı yerden kalkamadı 16 yaşındaki yavrusu.
Zaten kalkamazdı da…
Kalkabilseydi; anacağından önce varırdı Trabzonsporluların kalbinin attığı yere.
Çalışmaktan nasır tutan elleriyle kaptığı gibi 16 yaşındaki Muhammet’ini, bordo-mavi renkli formayı anında giydirdi. Sonra da çay-yaprak-fındık ve çayır taşıdığı yere koydu o’nu.
Evdekilerin yardımıyla kalın bir urganla sağlamlaştırdı, olan-bitenden haberi olmayan Muhammet’i…
Yavru ve anne; parçalanmaz bir kaya, aşılmaz bir dağ görünümündeydi.
Aslında onlar Trabzonspor’un görünen resmiydi!
Kükreyen aslan, nazik bir tay edasında aldılar tribündeki yerlerini…
Ana heyecanlı, yavru Muhammet hala anacığının sırtında.
Stadın ışıkları yüzlerine vururken, altından yapılmış heykele benziyordu ana ve oğlu…
Ligde kötü günler geçiren Trabzonspor’un golü, elektrik ampulü gibi karanlığa meydan okudu o gece…
Mutluluğu ikisinin de gözlerinden okunuyordu; Trabzonsporları kazanmıştı çünkü…
Ben sana ne diyeyim anne’m! Seni Avni Aker’e taşıyan ayakların altını, çalışmaktan nasırlaşan ellerinden öperim.
Sen, taraflı-tarafsız herkese öyle bir ders verdin ki, ne anlatmakla ne de yazmakla biter.