08.03.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
“Bir dönem Bab-ı Ali’nin en önemli patronlarından birisinin oğlu olmak. Atatürk’ün yakın çevresi Kılıç Ali, Kel Ali, Kara Ali, Salih Bozok takımına kafa tutarak gazeteciliğin doruğuna çıkmayı başaran bir adamın dört çocuğunun en büyüğü olmak... Hiç kimseye eyvallahı olmamak... Demokrat Parti’ye girip kurucuları arasında yer almak; ilerleyen yıllarda da hüsrana uğrayıp parti içi muhalefet yapmak... İşte, Selim Ragıp Emeç’in büyük oğlu Çetin böyle bir ortamda yetişti.
Galatasaray Lisesi’nden mezuniyetinin ardından Paris’e, mühendislik okumak için gitmek istiyor... Ama baba Selim Ragıp karşı çıkıyor. Diyor ki: “Ben Son Posta Gazetesi’ni ileride eller eline düşsün diye kurmadım. Gidecek, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolacaksın. Sonra da gazetenin başına geçeceksin.”
‘Keşke dönmeseydi’
Öyle de oluyor. Ama biraz erken. Hukuk Fakültesi üçüncü sınıftayken 27 Mayıs 1960 darbesi patlak veriyor. Selim Ragıp Emeç tutuklanıyor. Bütün Demokrat Partililer gibi doğru Yassıada’ya. Son Posta başsız kalınca Çetin zorunlu olarak baba koltuğuna oturuyor... Ama günün şartlarında gazeteyi yürütmek neredeyse imkânsız. Resmi ilanlar kesilmiş. Eylül 1962’de gazete kapatılıyor... Aradan yıllar geçiyor. Bu kez Çetin Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Müdürlüğü koltuğuna oturuyor.”
Çetin Emeç’i ‘mükemmeliyetçiliği doruğa ulaşmış bir gazeteci’ olarak tanımlayan Tavşanoğlu, onun bir dönem birtakım arkadaşlarının ayak oyunlarından bıkıp usandığı için Hürriyet’i terk edip Milliyet’e geçtiğini, sonra Erol Simavi’nin ısrarlarına dayanamayarak Hürriyet’e döndüğünü belirterek “Keşke dönmeseydi” diyor.
Tavşanoğlu suikast sürecini de şöyle dile getiriyor: “Yıl 1990. Çetin’in Hürriyet’teki köşe yazıları da çok ses getiriyor. Ben o sırada Cumhuriyet’teyim. Polis telsizlerini dinliyoruz; sıklıkla Çetin’e suikast yapılacağı haberleri geliyor. Ama bunların hiçbirinin aslının olmadığı anlaşılıyor. Gene böyle bir sabahın erken vakti. Cumhuriyet İstanbul Haber Servisi Şefi Erhan Akyıldız karşıdan sesleniyor: “Leyla, şimdi polis telsizinden Çeto’yu vurdukları haberi geldi. Ama herhalde aslı yoktur. Tıpkı öncekiler gibi...”
Ama içime kurt düşüyor. Önce Hürriyet’teki sekreterini arıyorum. Telefon cevap vermiyor. Ardından Çeto’yla aynı apartmanda altlı üstlü oturan ablamı arıyorum. Ondan da cevap yok. Çeto’nun ev telefonu da cevap vermiyor... Derken benim telefon çalıyor. Washington’dan (Hürriyet Washington temsilcisi) Sedat Ergin. Ağlıyor…
“Abla, Çetin Abiyi vurmuşlar…”
O an elim ayağım birbirine karışıyor. Tam o sırada Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Hasan Cemal koşarak yanıma geliyor: “Leyla, fırla… Benim arabayı al, Göztepe SSK Hastanesi’ne gidiyorsun. Çeto’yu oraya kaldırmışlar...”
Hastaneye nasıl gittiğimi hâlâ hatırlamıyorum. Sadece odada göğsü mermilerden delik deşik Çetin’in son hali. Elli beş yaşında, yaşamının, mesleğinin doruğundaki bir insanı böyle yok ediverdiler. Daha fazlasını yazmayı içim kaldırmıyor. Kusuruma bakmayın, benden bu kadar!”