¨Evdeki huzur, asıl zenginlik budur.¨ diyordu ya reklamda… Senelerdir aklımda o cümle.
Evlenmek, bir yabancıyla -evet, benden başka herkes yabancı oluyor bu durumda- evi, yatağı, hayatı paylaşmak hiç de kolay değil. Tamam sevgiliyken özlemini duyarız, ”şöyle kendimize ait bir hayatımız olsa, sadece biz olsak…” deriz, derdim, dedim. Meğer madalyonun diğer yüzü olduğunu unutmuşum ben. Zevkleri, hayata bakış açıları tamamen farklı iki insanın birbirine uyum sağlaması, bencillikten arınması, bazen sadece karşısındakini düşünmesi, sırf o istiyor diye salatanın içine sirke koymamasıymış esas iş.
Açıkçası biz anlaşamayan ama anlaşamadığı için daha çok eğlenen bir çiftiz. Öyle sakin değildir hayatımız. Durağan, sessiz olamadık hiç, yani genelde ben. ‘Kavga etmeyen, sorunlarını tartışmayan çiftler sağlıksız ilişki içindedirler.’ denir ya hep… öyleyse biz son derece sağlıklıyız. Biraz benim çenemin düşüklüğünden de şenleniyor ortalık, hatta bazen tartıştığımız konunun ne olduğunu bile unutuyoruz. Artık konuyu nerelere çektiysem ben… bu sefer başlıyoruz gülmeye. İşte bizim evdeki huzur, bu küçük çekişmelerle sağlanıyor. Tuhaf mı geldi kulağa? Tuhaf değil aslında çünkü her ikimiz de aklımızdakileri paylaşıyoruz. Aynı fikirde olmasak bile birbirimizi dinliyoruz. Sonuç: çözüm belki bulunamadı ama paylaştığı için herkes mutlu.
Bazen düşünüyorum, ¨ben sakin, daha az konuşan bir kadın olsam hayatımız nasıl olurdu?¨diye. Kendime yer bile bulamıyorum bu hayalde. Huzursuz oluyorum çünkü kimsenin konuşmadığı sessiz, sorgusuz, renksiz evlerde. Bu hararetli, hareketli ve aslında oldukça neşeli yaşamımıza biri daha katıldı. Bizim evdeki ibre artık sadece onu gösteriyor. Henüz 2 yaşındaki bu miniğin en iyi şekilde yetişmesi, sağlıklı, mutlu bir çocuk olmasından başka düşüncemiz yok. O büyürken, biz de büyüyoruz. Dünyayı onunla birlikte yeniden keşfediyoruz.
Buraya kadar her şey harika. Gelelim bizim eski alışkanlıklarımıza. Peki bir konu hakkında tartışma çıktı, çıkacak veya küçük bir sürtüşme… Ne yapacağız? Çocuğa, ‘anne ile baba kavga etmiyor, sadece küçük bir fikir ayrılığı, merak etme.’ diyemezsin ki, anlamaz ki. Endişelenir, rahatsız olur, mutsuz olur. İşte biz de kendimizi frenlemeyi -özellikle de ben-çenemizi tutmayı öğreniyoruz oğlumuzun varlığı sayesinde. Önemsizse ‘amann boş ver’ deyip geçiyoruz. Bazen birbirimizi de uyarıyoruz. ‘Dikkat edelim, şakalaşırken bile sesimizi yükseltmeyelim’ diyoruz.
Son zamanlarda 2 yaş sendromu ataklarına maruz kalıyoruz. Çok şiddetlenirse, bazen ben de atak geçirecek gibi oluyorum ama sonunda kadar dayanıyorum. Duymamazlıktan, görmemezlikten geliyorum. Sakin olmaya çalışıyorum ama geçen gün gözlerimle desteklediğim kızgınlık ifademi unutmuşum suratımda. Vayy sen misin kötü kötü bakan çocuğuna. Bizimki bir iç çekme, bir damla göz yaşı ile gidip merdiven başına oturmaz mı? Oscar mı verirsin küçük beye? Kendine iki tokat mı atarsın? Düşün dur. Gittim oturdum yanına. ¨Söyle bana ne istiyorsun¨ dedim. ¨Anlayamıyorum seni çok özür dilerim. Göster ne istiyorsun?¨ Bir şeyler geveliyor. Anlamakta zorlanıyorum ama deniyorum. Gözlerine içine bakıyorum. 'Anlat bana' diyorum.
Koray merdiven kapısına tırmanmış, bir yandan da bağırırken yakalanmıştı bana. Sesini yükseltmeyen bilinçli anne(!) ben nasıl baktıysam artık çocuğa, olduğu yerde kaldı. Meğer çamaşır makinesinin sesini duymuş. Gidip bakmak istiyor. Gittik, seyrettik, içinde ne var tahmin etmeye çalıştık. Düğmelerine basmak için savaş verdi ama annesi son ana kadar direndi:) O kadar mutlu oldu ki günün geri kalanında ne huysuzluk, ne de başka bir şey. Belki de diyorum, annesi onu anlamaya çalıştığı için, kendisi de derdini anlattığı için sakinleşti, huzura erdi. Bu tecrübenin ertesi günü, yataktan daha mutlu kalktım. Çünkü gece oğlumun sıkıntısını nasıl çözdüğümüzü düşünerek uyudum. Birbirimizi anlamıştık sonunda.
Nasıl ki bizim evliliğimizin kilit noktası yerli yersiz, gerekli gereksiz her şeyi konuşmak ve tartışmaktan geçiyor; minik oğlumuzun da diyeceği bir kaç şeyi olmasından doğal ne var ve bunu benden başka kim daha iyi anlayabilir?!?