Alice kuyudan aşağı düşerken aklında tek bir şey vardı. Bu düşüş hiç sona ermeyecek miydi?
Erecekti. Erdi.
Lakin harikalar diyarına "düşmeden" varmak mümkün değildi.
Sahi Alice neden beyaz bir tavşanı kovalıyordu? Beyaz bir tavşan, bir tavşan düşündüğünüzde aklınıza gelen ilk şey değil mi? Aslında olmasını beklediğiniz bir varlık değil mi?
Belki de beyaz tavşanlar, bizim için en doğal olan ve ancak yapay hedeflere koşmaktan yorulduğumuzda peşine düştüğümüz kendi arzularımızdan başkası değildir. Belki de bizi harikalar diyarına götürecek olan içimizdeki beyaz tavşanları takip etme isteğine teslim olmaktır, başkalarının bizim için seçtiği yolları değil bir tavşan deliğinden düşmeyi seçmektir.
Hayatta alelacele kendi beyaz tavşanlarımızı kovalarken içimizdeki düşme korkusunun harikalar diyarına ulaşmamızı engellediğini hiç fark ettiniz mi?
Kendini güvenceye alma eğilimindeki insanoğlu "comfort zone" dediğimiz rahatlık alanından bir türlü çıkamadığından ya harikalar diyarına hiç varamıyor ya da kuyuya düştüğü anda yaşadığı korkuyla çok da istemediği şeylere tutunarak hayatta kalmaya çalışıyor.
Harikalar diyarına ulaşmanın yolunun ancak zihninin peşinden gitmek olduğunu bazen erken bazen de oldukça geç ama mutlaka fark ediyor.
Oraya ulaştığında ise kendini 'kocaman' hissetmesi için bir dilim keke ihtiyacı olmadığını anlıyor. Kendi istediği yere gittiğinde, zihnini takip ettiğinde ve istediğini elde ettiğinde kendine duyduğu inanç, onu 'kocaman' hissettirmeye yetiyor.
Harikalar diyarına vardığında ise zaman ortadan kalkıyor. Çünkü harikalar diyarında Mart Tavşanı'yla çay içerken saatin kaç olduğunun hiçbir önemi yok. Çünkü harikalar diyarında her zaman çay saati. Yeter ki etrafınızda sizinle sürekli çay içmek isteyecek kadar deliler olsun.
'Beyaz tavşanların peşinden gitme' diyenlere inat beyaz tavşanların peşinden gidin. Düşecek olsanız bile gidin.
Hatırlayın.
Harikalar diyarına varmak için önce düşmeniz gerek.
Gizem Aydoğan